"Bilinmeyen bir dil", bilinen "inkâr" mantığı, iyi "bilinmesi" gereken yeni senaryo!
18 Ekim’de başlayan 104'ü tutuklu 152 sanığın yargılandığı, Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen KCK davasında yargılama neredeyse kilitlenmiş durumda. Zira sanıkların yasal hakları olan anadilde savunma talebi reddedilince yaklaşık 20 gün süren seri duruşmalardan sonra dava 13 Ocak 2011’e bırakıldı.
Mahkemenin bu red kararı, aslında Lozan Antlaşması 39/5 maddesinin ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 6. maddesinde ifade edilen “yargılama makamları önündeki bir bireyin, kendini en iyi ifade edebileceği bir dil ile savunabileceği” ilkesinin açık bir ihlâli anlamına geliyor. Üstelik halen yürürlükte olan Anayasa'nın 90. maddesinin son fıkrasına göre, temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası sözleşmeler en üst norm olarak kabul edildiği için bu karar aynı zamanda anayasanın da açık ihlâli demek. Ama, ne yargılamanın (elbette operasyon süreci ile birlikte değerlendirilerek) kendisi, ne reddedilen talepler, asıl skandal mahkeme heyetinin sanıkların Kürtçe konuşmasını “sanıklar bilinmeyen bir dil kullandı” diyerek kayıtlara geçiren heyetin tutumuydu. Milyonların dili Kürtçe, başbakanın ya da cumhurbaşkanının sulugözlü konuşmalarında atıf yapıldığında “biliniyor”, devletin kültürel ajanlaştırma kanalı TRT Şeş’in devlet ve iktidar propagandası ve yağdanlığı yapan yayınlarında “biliniyor”, askeri ve mülki erkânın da hazır bulunduğu şov törenlerinde İbrahim Tatlıses gibi yozlaşmış, işbirlikçi Kürtler şarkı söylediğinde biliniyor, ama halkın nice bedeller ödemiş öz evlatları, seçilmiş temsilcileri konuştuğunda “bilinmeyen bir dil” haline geliyor.
Mahkeme heyetine sormak lâzım: “Siz yaşadığınız şehirde (Diyarbakır) hiç mi sokağa çıkmıyorsunuz, hadi Kürtçe konuşan arkadaşınız yok diyelim, pazardaki, çarşıdaki insanların ya da esnafın, ya da mesela sadece dilekçe havale ettirmek için karşınıza gelen ve başka bir dil bilmeyen vatandaşın bu ‘bilinmeyen dili’ kullandığını hiç mi görmediniz, duymadınız? Evde televizyon kanallarını dolaşırken TRT 6’ya hiç mi rastlamadınız?” Mahkeme kayıtlara çok rahatlıkla “Sanıklar Kürtçe konuştular” ibaresini geçirebilirdi ve bu aynı sonucu yaratır, bir şeyi değiştirmezdi. Ama hayır işte bu tavır, yani “Bilinmeyen dil” ifadesi, bütün bir cumhuriyet tarihinin Kürt Sorunu’na yaklaşımını sembolize ediyor: “İNKÂR”! Yani mahkeme görüntüsüyle devlet yücelerden sesleniyor: “Ey Kürt halkı ve onun temsilcileri, haddinizi bilin! Ben sizin dilinizi bile sadece istediğim zaman, istediğim yerde ve istediğim koşulda tanırım!”
Bilinen “İnkâr”a BDP'nin Yerinde Cevabı
Bu saldırıya BDP’nin cevabı gecikmedi. Genel Başkan Selahattin Demirtaş siyasi bir soykırımla karşı karşıya olduklarını belirterek partisinin Diyarbakır'da Merkez Yürütme Kurulu'nun (MYK) kararlarını şöyle açıkladı: “Aldığımız kararla, bundan sonra yargılanan bütün BDP'iler gerek kolluk, gerek savcılık ve gerek mahkemelerde kendi ana dillerini kullanacaklardır. Yargılandığımız her davada bütün aşamalarda kendi ana dilimizi kullanacağız. Bu hakkın kullanılmasını engelleyen bütün yasalar gerici yasalardır. Bu zihniyetin değişmesi lazımdır. TCK'daki bazı maddeler ve TMK değişmedikçe kimse ifade özgürlüğünden söz edemez. Diyarbakır'daki tavır, 3 hakimin tavrı değil. AKP yasalarının uygulanmasından kaynaklanıyor. AKP yargıya talimat vermiştir. Dava Ankara'nın yarattığı siyasi baskı altında yürümektedir. Ankara'nın siyasi otoritesi, duruşma yürütme otoritesi altında olmuştur. Arkadaşlarımızın duruşu devlet zihniyetinin yargılanmasına yol açmıştır. AKP eliyle yürütülen Kürt siyasetçilerini tasfiye etme operasyonudur.”
Özellikle referandumdaki büyük zaferin ardından BDP’lilerin bu davadaki tavrı da hem kendi Kürt kitlesinin gönlünü bir kez daha kazanmasına neden oldu, hem de diğer kesimlerde BDP’nin istikrarı ve kararlılığına ilişkin çok ciddi bir etki bıraktı.
Sonuç olarak Kürt Hareketi’nin, tek taraflı çatışmasızlık ortamının estirdiği rüzgârın da etkisiyle okullardaki boykot ile başlayan dik ve onurlu çıkışı devam ediyor.
İyi “Bilinmesi” Gereken Senaryo
Bu çıkış bir süredir, sorunun daha “ince” yöntemlerle çözülmesi gerektiğini düşünen burjuva çevrelerinin ilgisini cezbetmiş durumda. Bizim de bir süre önce dikkat çekmiş olduğumuz bir senaryo bugünlerde olgunlaştırılmaya çalışılıyor. Senaryonun ilk ciddi sinyalini ne yazık ki BDP Genel Başkan Selahattin Demirtaş Sosyalist Enternasyonal Toplantısı için gittiği Paris’ten verdi. Milliyet yazarı Aslı Aydıntaşbaş 16 Kasım 2010 tarihli köşe yazısında Demirtaş’ın sözlerini şöyle aktardı: “Keşke önümüzdeki seçimde içinde CHP, ÖDP, BDP, EMEP olan bir sol demokrasi cephesi olsa. AK Parti’ye karşı ciddi bir sol blok oluşabilir”.
Demirtaş’ın bir üst başlık altında aktardığımız sözlerindeki tonlaması da aslında “AKP karşıtlığı” çizgisindeki bir anlayışı ele veriyor. Ancak biz, BDP’li dostlarımızın gerek 2009 seçimlerindeki olumlu tavırlarından, gerek Tekel mücadelesi sürecinde verdikleri açık destekten, gerekse son dönem çıkışının Kürt halkının özgüvenini daha da arttırmış olmasından dolayı, yüzünü tekrar işçi sınıfına ve sosyalistlere döneceği, adı ne olursa olsun bizim Üçüncü Cephe dediğimiz birliğe dahil olacağı yönündeki beklentimizi hâlâ kaybetmedik. Ancak durum sanıldığından daha ciddi. BDP’yi burjuva cephesine çekme operasyonunda ikinci sinyal, TBMM çatısında 6 yıl sonra ilk kez “bayramlaşma”ya giden CHP ekibinin hem de en Ergenekoncu şahsiyetinden, yeni genel başkan yardımcısı Süheyl Batum’dan geldi. Bütün açıklamaları ile “Beyaz Türk” olduğunu, hatta saf ve açık bir Kürt düşmanı olduğunu her daim belli etmiş olan bu elit figür şöyle yanıtlamış gazetecilerin CHP-BDP koalisyonuna ilişkin görüşlerini: “Neden Olmasın?”
Tabii neden olmasın? Madem ki Kürtler ulusal kimlik ve varoluş mücadelesinde çok kararlı, madem bu işi savaşla çözemiyoruz, madem AKP her ikimizin de düşmanı, madem devletin “böl ve yönet, asimile et, sistem içinde erit” politikasını en iyi biz CHP’liler biliriz, madem işin ucunda Kürt halkının yarattığı artı değerlerin, ekonomik ve sosyal rantın paylaşımı var, elbette neden olmasın?
Tam bu günlerde Kılıçdaroğlu da utanmaz ve pişkin bir tavırla, Paris’te hem sosyalistliğiyle hem de Kürtlüğüyle bilinen iki devlet-sistem sürgünü/kurbanı, daha önce adlarını bir kez bile anmamış olduğu Yılmaz Güney’in ve Ahmet Kaya’nın mezarını ziyaret ediyor. Nasıl zamanlama, nasıl mesaj ama?
CHP “devrimci”leşiyormuş! Biz sadece 80 öncesinde TKP, Dev-Yol ve hemen bütün ana akım sosyalist-devrimci grupların kitleleri CHP’ye yönlendirirken aynı niyeti taşımış, aynı sözleri söylemiş olduğunu hatırlatalım. Bu trajik süreç devrimcilerin neredeyse tamamının şu veya bu düzeyde CHP’lileşmesiyle sonuçlandı.
Türk burjuvazisinin Kürt burjuvazisi üzerinden Kürt halkını teslim almaya çalışmasına karşı Kürt dostlarımıza “değişim” yalanlarıyla ortaya dökülen Kılıçdaroğlu’nun genel başkan seçildikten kısa bir süre sonra Şemdinli'nin Irak sınırındaki Gediktepe Taburu'nda dönemin genelkurmay başkanı Başbuğ ve komutanlarla siperde poz verdiğini hatırlatalım. Bir de Dersim Katliamı’nı öven Onur Öymen’i alkışlayan ve sonrasında da destek olan kişilerden biri olduğunu.
2004’de SHP ile yapılana benzer böylesi bir burjuva cephesine şimdiden hayırhah bakan sosyalist dostlarımıza da Kılıçdaroğlu ve ekibinin ilk ziyaretlerinden birini TÜSİAD’a yaparak, çıkışta “sivil anayasa” başta olmak üzere hemen her konuda benzer görüşlerde olduklarını açıkladığını anımsatarak, bir fotoğrafı ithaf edelim. Kılıçdaroğlu’nun yine seçildikten sadece bir ay sonra vermiş olduğu yemekte “Türkiye’de Avrupa düşüncesi ve AB hedeflerini asıl temsil eden parti CHP’dir.” sözleriyle selamladığı emperyalist AB büyükelçilerine şirin görünmek için sırıtan fotoğrafını.
O sırıtanın Kılıçdaroğlu değil, bütün ikiyüzlülüğüyle Türkiye burjuvazisi olduğunu ekleyerek!