Yılmaz Tan yazdı: Kriz ve Umut
Cumhurbaşkanı Erdoğan “kriz miriz yok, bunlar hep manipülasyon” diyor, Türkiye ekonomisinin sürüklendiği krizi dış güçlerin oyunu olarak değerlendiriyor. Elbette doğru değil. Bir dizi olgusal kanıta başvurmadan sadece bu iddianın sağlamasını yapmak üzere yakın geçmişteki iki gelişmeye değinip geçelim. Biri geçtiğimiz aylarda önce kendisinin sonra damadının Londra’ya giderek uluslararası finans yöneticileriyle pazarlık yapması, diğeri “yeni ekonomi programı” adı altında uygulanacak kemer sıkma politikalarının kamu denetimini Sayıştay’ı ve TBMM’yi es geçerek bir özel Amerikan danışmanlık şirketi olan McKinsey’e teslim etmesi. Hangi dış güçler, hangi “faiz lobisi”, kimin manipülasyonu?
Buna karşılık muhalefette yer alan çeşitli partiler ve sol kesimler ise krizin sorumluluğunu bir “rant ekonomisi” inşa etmiş olan AKP hükümeti ve Erdoğan’a yüklüyorlar; tek adam rejiminin ekonomi politikalarının bu krize yol açtığını ileri sürüyorlar. Kılıçdaroğlu “tüm sorunlarımızın kaynağı demokrasinin olmayışı, demokrasi yoksa dolar düşmez” diyor; HDP eş başkanı Temelli TÜSİAD ziyaretinde “Türkiye demokrasi sorununu aşabilirse, diğer bütün sorunların çözümü için de önemli bir adım atılabilecektir” diyor, Türkiye’nin önde gelen aydınları ise tüm sorunlar için “çözüm yolu demokrasi” diyorlar. Adeta bir sihirli değnek işlevi gören demokrasi kavramı ile yaşadığımız krize yaklaşmak kanımızca havanda su dövmekle eş anlamlıdır. Zira bu yaklaşım doğru olmayan iki varsayıma dayanmaktadır. Birincisi mevcut krizden AKP/Erdoğan’ın yanlış ekonomi politikalarının sorumlu olduğu ve ikincisi krize karşı mücadelenin içinde ilerici, demokratik burjuva kesimlerinin de yer alacağı “demokrasi güçleri” ile verilebileceği.
İki varsayım da yanlıştır. Türkiye kapitalizminin en azından 40 yıldır “70 cente muhtaç” hale geldiği kronik bir dış ticaret açığı sorunu var. AKP’den önce de 1994, 1998, 2001 krizlerinin arkasında da aynı yapısal sorun vardı. Doğrudur, AKP döneminde bu açık çok daha fazla arttı ve bunda AKP/Erdoğan’ın politik tercihlerinin rolü ve sorumluluğu elbette var. Ancak asıl sorun sermaye birikimi ve teknoloji düzeyi bakımından gelişkin olmayan Türkiye burjuvazisinin, dünya sömürü pastasından daha fazla pay almak için uluslararası burjuvazi ile daha fazla iş tutmak istemesinin yarattığı çelişkilerden kaynaklanıyor. Söz konusu çelişkiler solda da yaygın kabul gördüğü gibi, Türkiye burjuvazisinin ve onun temsilcilerinin kapitalizmin kurallarını çarpıtmalarına değil, harfiyen uygulamalarına rağmen ortaya çıkıyor. Tam da bu nedenle piyasalara hep daha fazla sömürü vaat eden yeni bir “hikaye” sunma derdine düşüyorlar.
İkinci varsayım ise Türkiye’de ancak “demokratik” bir düzen kurulduktan sonra emekçilerin özgürce örgütlenebilecekleri ve sosyal haklarına kavuşacakları; bu nedenle “halk güçlerinin” yanı sıra içerde ilerici ve “demokrat” burjuva çevreleriyle, dışarda ise AB ile yapılacak ittifakların çözümde kilit rol oynayacağı umuduna yaslanıyor. AB’ye demokratlık atfedenlerin, uzağa değil, dönüp AB’nin krizdeki Yunanistan’a nasıl davrandığına bakmaları yeter. Burada ilginç ironiye de değinmeden geçmeyelim: AKP hükümeti “dış güçleri” krizden sorumlu tutuyor, çözüm için gidiyor dış güçlerle masaya oturuyor; bunu eleştiren sol muhalif kesimler krizin çözümünde “demokrat” dış güçlerden medet umuyor. İroninin böylesi.
İçerde güven duyulan toplumsal güç olarak “demokrat” TÜSİAD burjuvazisi ise dün olduğu gibi bugün de, hele kriz koşullarında, Erdoğan’la gerilimler yaşıyor olsa da, tek adama dayalı, baskıcı bir rejimden yanadırlar. Türkiye burjuvazisinin önde gelen temsilcilerinden birkaç hatırlatma yapalım. TOBB başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu’nun “Ekonomiye bir MGK lazım” (Referans, 26.09.2006), Erdoğan Demirören’in “isterse Mao gelsin ama tek parti iktidar olsun” (Milliyet, 26.05.2007) ve eski TÜSİAD başkanı Tuncay Özilhan’ın “dünyanın ekonomik ve siyasi güç dengelerinin yeniden oluştuğu, adeta tektonik değişimlerin yaşandığı bu çağda, değişimin hızına ayak uydurabilmek için ülkelerin hızlı ve etkin karar alması gerekiyor. Değişime uyum sağlamak ve değişimin geniş kitleleri etkileyen sonuçlarıyla başa çıkmak için birçok ülkede, güçlü liderler dönemine girildiğini görüyoruz” (Hürriyet, 18.01.2018). Bu sözler başka ne anlam ifade eder?
Türkiye solu artık emperyalizmden ve Türkiye burjuvazisinin o veya bu kesiminden “demokratik kapitalizm” beklentisini geride bırakmalı. Soyut bir demokrasi talebi ile yetinmenin en önemli politik sonucu, krizin faturasını öncelikle emekçilere çıkarmak için her türlü çabayı gösteren ve AKP hükümetiyle de bu konuda tam bir uyum içinde olan patronlar ile bir çıkar ortaklığı, bir uzlaşma olabileceği umudunu besleyerek, emekçilerin mücadele kapasitesini zayıflatmak olacaktır. Önümüzde tek gerçekçi çözüm şudur: “karşı mahalleye” gitmek. AKP’nin etkisi altındaki emekçilerin sorunlarına somut taleplerle yaklaşmak, bunun için fabrikalara, AVM’lere, plazalara gitmek, nerede bir patron saldırısı söz konusu ise orada örgütlenmek. Umudu işçi sınıfının kendisinde aramalı, başka yerde değil!
Bu yazı Gerçek gazetesinin Ekim 2018 tarihli 109. sayısında yayınlanmıştır.