Türkiye’de 2013: Barikatların yeniden yükseldiği yıl
Toplumsal ve siyasal yaşam hiçbir zaman doğrusal olarak gelişmiyor. İyi ile kötü, olumlu ile olumsuz, gerici ile geleceğe bakan, iç içe yaşanıyor. 2013’ün tohumları 2010’da atıldı. Birkaç bakımdan. 2010 toplumsal hareketin uzun yıllar süren durgunluğundan sonra Tekel’in yılıydı her şeyden önce. Türkiye işçi sınıfı, tarihinin en güçlü mücadelelerinden birini başkentin orta yerine, Kızılay’a yerleşerek veriyordu iki buçuk ay boyunca. Sakarya Komünü, Gezi Komünü’ne örnek olacaktı, esin kaynağı olacaktı, prelüd olacaktı.
2010 aynı zamanda 12 Eylül referandumunun yılıydı. AKP ve Erdoğan, Fethullah Gülen’in “ölüler bile kalkıp oy kullanabilse” dediği ve cemaatin MHP’nin saflarını oyduğu bir referandumda hayatının en büyük sandık zaferini kazanıyor, yüzde 58 alıyor, yargıdaki eski rejimi yıkıyor ve… yerine cemaatin hâkimiyetini yerleştiriyordu! Bugün kendi oğullarını avlayan yargı rejimini AKP kendi eliyle yerleştiriyordu.
12 Eylül referandumunda ve sonrasında yaşanan bu yakınlığın geleceğinin hiç de parlak olmadığı da, tesadüf, tam tamına 2010’da ortaya çıktı. Mavi Marmara’nın İsrail devletinin saldırısına uğraması karşısında bütün Türkiye hiddetle ayağa kalkmışken Fethullah Gülen’in Siyonist devletin yanında yer alması ilk büyük çatlak olacaktı. O gün başlayan çelişki, daha genel olarak emperyalizme, Kürt sorununa, kontrgerillaya karşı takınılacak tavra, dershanelere ve başka konulara da sıçrayarak İslamcı burjuvazinin kendi kampında büyük bir yırtılma ile sonuçlanacaktı üç yıl içinde. 2010 belli ki çok doğurgan bir yıldı.
2011 ve 2012, dünyada büyük sarsıntılarla geçti. Ama Türkiye’de esas olarak anayasal hayallerle doldurulmuş boş yıllardı. Sadece işçi hareketinin ve solun anayasal hayallerinden söz etmiyoruz. Yıllardır (yalnız bırakılan ve sonunda satılan Tekel mücadelesi dışında) bütünsel ve güçlü bir mücadele örneği bile vermemiş bir işçi hareketi ve başarılı ataklar yapamamış bir sol, masada burjuvazinin güçlerinden haklar koparmayı nasıl umut etti, anlaşılması gerçekten zor. Ama hayal gören salt işçi hareketi ve sol değildi. Tayyip Erdoğan ve yakın çevresi de hayaller içinde iddialı projelerin peşine düşmüştü. Haziran 2011 seçimleri için hazırlanan posterlerinde Tayyip Erdoğan başını ve bakışını hafif yukarı çevirmiş, hülyalı bir şekilde “Hedef 2023” diyordu. Hedef aslında Türkiye halkının değil kendisinindi, 2023’ten ziyade 2024’tü. Tayyip Erdoğan 2011 parlamento seçimini kazandıktan sonra anayasa pazarlıklarına girişecek, başkanlık sistemini kabul ettirecek, ardından beşer yıl arayla iki seçim kazanacak, 2024’e kadar Türkiye’yi yönetecekti. 2002-2024! Hayali cihan değer!
2013 bütün bu anayasal hayalleri tuzla buz etti!
Halk isyanının derin izi
2013, her şeyden önce, Gezi Parkı’nda başlayan ve bütün Türkiye’ye yayılan halk isyanının yılıydı. Halk isyanı, Erdoğan’ın hayallerini iki anlamda bitirdi. Birincisi, isyandan önce, mesela 2012 Eylül’ünde yapılan, tam bir şova dönüştürülen, Erdoğan’ın son defa başkan seçildiği AKP Kongresi günlerinde hakkında çok büyük umutlar beslenen başkanlık planını bitirdi. 31 Mayıs’tan sonra kimse Erdoğan’ın ya da dalkavuklarından birinin “başkanlık sisteminin erdemleri”nden söz ettiğini duydu mu? Hayır. Neden? Çünkü halk isyanı Erdoğan’ın gücüne kesin bir sınır çizdi. Dolayısıyla, Erdoğan başta kalsa bile şu an geçerli olan anayasal sistemin, esas olarak temsili nitelik taşıyan cumhurbaşkanlığına yükselerek başta kalacak. Aynen Özal’ın başına geldiği gibi, beş ya da on yıl boyunca kendi partisinin içinden gelmiş olsa bile başbakanla çatışarak, yetki tartışmalarına girerek, yıpranarak, tükenerek yürüyecek. Ya da AKP’nin üç dönemden fazla milletvekili seçilememe kuralını kaldırarak başbakanlığa dönmeyi deneyecek ve büyük bir prestij yitimine maruz kalacak. Yani halk isyanı sonrası, Erdoğan için öncesinden keskin çizgilerle ayrılıyor.
Ama bu henüz iyimser senaryo. Yukarıda söylediğimiz gibi “başta kalsa bile” böyle olacak. Oysa aslında halk isyanı Erdoğan’ın, hatta AKP’nin iktidar sistemini iliklerine kadar sarstı. Türkiye, dünya emperyalist sistemi içinde, hem ekonomik bakımdan, hem de siyasi bakımdan Ortadoğu-Kuzey Afrika bölgesinde, Balkanlarda, Kafkaslarda ve Orta Asya’da istikrar timsali ülke olarak sivrildi son yıllarda. İstikrar ekonomik olarak İstanbul’un hem uluslararası şirket ve bankaların merkezi haline gelmesini, hem de bütün bölgenin finans merkezi olarak hazırlanmasını olanaklı hale getirdi. Büyük ölçekli sermaye girişleriyle Türkiye ekonomisinin yüksek bir sermaye birikimi temposunu yakalamasını olanaklı kıldı. Politik açıdan ise, Türkiye istikrar sağlayıcı bir merkezdi bütün bu bölgelerde. Hep “sağduyu”nun, emperyalist “barış”ın, dünya sistemine “uyum”un sesi oldu.
Bu “istikrar üretim merkezi” halk isyanı ile birlikte birdenbire kendisi ana istikrarsızlık merkezlerinden biri haline geldi. Türkiye sadece Türkiye değildir. Azerbaycan ve Gürcistan’ın, Makedonya ve Bosna-Hersek’in, Suriye ve Ürdün’ün, Kırgızistan ve Özbekistan’ın bekçisidir emperyalizm için. Şimdi halk isyanı ile birlikte bu Türkiye gidiyor, yerine kendisi istikrasızlık faktörü olan bir Türkiye geliyordu. Emperyalizm ve müttefikleri, halk isyanının gerçek anlamını kavrayamayan soldan farklı olarak isyanın bütünüyle farklı biçimlerde de olsa yeni dalgalar halinde yükselmesinin güçlü bir olasılık olduğunu anlıyorlardı çünkü. Hele ilk raunda yedek kulübesinde bekleyen en usta oyuncular, işçi sınıfı ve Kürt halkı isyana katılırsa bunun sadece Türkiye’de değil, bütün Ortadoğu’da statükonun altüst olması anlamına geldiğini de gayet iyi görüyorlardı. Yaklaşık on yıl boyunca emperyalizme ve kapitalizme en büyük katkısı istikrar olan Erdoğan, şimdi kendisi istikrar bakımından düzen için en büyük tehlikelerden biri haline gelmişti. Yerine başka bir çözüm gerekiyordu. Kısacası, halk isyanı Erdoğan’ın son on beş yıl boyunca adım adım kurmuş olduğu iktidar blokunun altını oymuştur. Bugün yaşanan hiçbir şey Gezi ile başlayan halk isyanının etkileri göz önüne alınmadan kavranamaz.
Halk isyanının bir ikinci boyutu var ki hiç konuşulmuyor. Türkiye’de Erdoğan’ın, AKP’nin ve İslamcılığın yükselişine sadece askeri müdahaleyle engel olunabileceği varsayımıyla hareket eden ve toplumun önemli bir bölümünü de buna ikna eden darbeci çevreler ile darbeciliğe biat etmiş olan kapıkulu sol, halk isyanı ile birlikte mahcup oldu! 2013 halkın gücünün her şeyden büyük olduğunu yeniden ortaya koydu. 2013 Türkiye’nin kimyasını değiştirmeye başladı. 2013 “yeniden barikatlar” yılıdır. 2013 Gezi Parkı başkaldırısıyla başlayan büyük halk isyanının yılıdır!
Geleceğin iyi tarihçileri muhtemelen “Türkiye devriminin ilk tohumları 2013’te atıldı” yazacaklardır.
“Süreç” yılı, Rojava yılı
Kürt sorununda 2013 İmralı ile başladı, Barzani ile bitti! Belleklerinizi yoklayın: Ocak ayının ilk günleri bir BDP heyetinin İmralı’ya ilk ziyaretinin düzenlenişine tanık oluyordu. Ne olduğu bilinmediği için hep “süreç” gibi ucube bir adla anılmış olan gelişme, sanki takvim yılının başını beklemişti. Ama yıl Barzani’nin Diyarbakır’a davet edilmesi ve Kürt hareketinin karşısına Başbakan’ın kendi sözleriyle bir alternatif olarak dikilmesi ile bitti. Bu ikisinin arasında ise hükümetin PKK’nin vaatlerine aykırı biçimde güçlerinin pek azını sınır dışına çektiği, Kürt hareketinin ise çekiliş başladığı halde hükümetin demokratikleşme vaatlerini yerine getirmediği iddialarıyla doğan tıkanıklık yaşandı.
Bu tıkanıklığa rağmen, gerek Kürt hareketinin içinde, gerekse sosyalist sol içinde içinde bulunan bir dizi akımda “süreç” konusunda aşırı bir iyimserlik, hatta yüceltme devam ediyor. Oysa 2013 yılı içindeki çok önemli üç gelişme, bu yaklaşım çerçevesinde kolay kolay açıklanamayacak bir nitelik taşıyor. Bir: Güya Türk ve Kürt taraflarının kucaklaşacağı bir dönemde, çoğu çocuk 34 sivilin 2011 sonunda Roboskî’de soğukkanlı biçimde bombalanarak katledilmesine ilişkin hiçbir soruşturma yapılmadı, Selahattin Demirtaş’ın deyimiyle tek bir onbaşı görevden alınmadı. İki: Bu yetmiyormuş gibi BDP heyetinin yılın ilk günlerinde İmralı’ya yaptığı ziyaretin üzerinden henüz bir hafta geçmiş geçmemişken 9 Ocak’ta üç PKK’li kadın militan Paris’in orta yerinde gündüz gözüne suikaste uğradı. Biz bu suikastin devletin işi olduğunu ısrarla söyledik. “Süreç” konusunda inanç içinde olan çevreler anlamlı hiçbir şey söyleyemedi. Bugün katil zanlısı Ömer Güney’in faşist kökenden gelen bir devlet Kürdü olduğu ve gizli servisler adına çalışmakta olduğu neredeyse kesinleşmiş durumda. Üç: Barzani’nni Diyarbakır çıkarması Kürt hareketinde büyük rahatsızlık yarattı, ama bu olayın nedeni açıklanamadı. Oysa Roboskî’nin soruşturulmaması da, Paris suikasti de, Barzani de “süreç” denen planın doğasına bütünüyle uygundur. Çünkü “süreç” bir “barış süreci” olmaktan uzaktır. Adı konulmayan “süreç”, gerçekte bir “Büyük Türkiye” inşa sürecidir. Yani, başta Kerkük petrolleri ve Musul-Kerkük konusundaki tarihi Türk irredentizmi (etnik ya da tarihi nedenlerle başka bir devletin topraklarında hak iddia etmek) olmak üzere, Türkiye’nin Kürdistan’a doğru büyümesi.
İşte bu süreç, yani Büyük Türkiye süreci, öteki “süreç”ten farklı olarak, belirli zorluklarla, çelişkilerle, sıkıntılarla karşılaşsa bile yürüyor. Zorlukların ilki Büyük Türkiye projesinin, bazılarının sandığının tersine, bir Amerikan projesi olmak bir yana, ABD yönetimini bir ölçüde rahatsız etmesidir. ABD, doğrudur, Irak’tan askerini çekerken (2011) Kürdistan Bölgesel Yönetimi olarak anılan siyasi birimi Türkiye Cumhuriyeti’nin himayesine teslim etmiştir. Ama ilhak etsin diye değil! Oysa Tayyip Erdoğan ve Türkiye burjuvazisi, devletin sınırlarını genişletme dışında (o da şimdilik) Güney Kürdistan’ı bütünüyle Türkiye’nin sömürgesi haline getirme planını adım adım uygulamaya girişmiştir. Barzani ile petrol konusundaki anlaşma ve petrolün boru hattına fiilen basılmış olması ve Türkiye Kürdistanı’nın Barzani’ye teslim edilmesi için ilk adımın atılması, 2013’ün bu süreç için bereketli olduğunu gösterir.
2013 öteki “süreç”, yani sözde “barış süreci” açısından hiç de verimli olmamıştır son tahlilde. Ama Büyük Türkiye planlarına aykırı düşen çok önemli gelişme, 2012 Temmuz’unda ilk kez tarih sahnesinde beliren Rojava’nın, yani Batı Kürdistan’ın 2013 yılında özerkliğini perçinlemesi, kendi içinde devrimci yönde bazı değişimler yaratması (kadınların atılımı, kamusal ekonominin öncelik kazanması vb.) ve kurumsallaşmaya doğru ilerlemesi olmuştur. Rojava, Büyük Türkiye projesinin önündeki esas engeldir. Barzani ile Rojava, Kürt halkının gelecekteki yönünü belirlemede şimdilik iki aykırı modeli sunuyor. Rojava’nın hem Erdoğan’ın, hem de Barzani’nin hışmını çekmesi ise “süreç” olarak anılan planın ne kadar çürük olduğunu kanıtlıyor. Bu toprakların Kürt halkı barış istiyor, Erdoğan ise yeni bir sömürge. Bu projelerde kan uyuşmazlığı vardır. 2013 bunu açıkça ortaya çıkarmıştır.
2014’te Erdoğan mı gider, Esad mı?
2013 aynı zamanda “yeni-Osmanlılcılık” olarak anılan yayılmacı politikanın iflas yılı olarak tarihe geçecek. Erdoğan-Davutoğlu ikilisi, 2011 Arap devriminin ertesinde doğan önderlik boşluğu içinde “ılımlı İslam”ın (İhvan, yani Müslüman Kardeşler ve Tunus’ta Ennahda) öne çıkmasından yararlanarak ve Suriye’de İhvan’a oynayarak yayılmacılığın ilk büyük atılımını sağlamak için harekete geçti. İsrail’le yaratılan gerilim sayesinde Arap dünyasında doğmuş olan prestij, Büyük Ortadoğu Projesi olarak anılan ve genellikle sanılanın aksine işin savaş yanıyla değil “soft power” yanıyla (ekonomiyle, kültürle, kadın dünyasıyla vb.) ilgili olan alanda Türkiye’nin oynadığı rol, Türkiye’nin modern bir ekonomik merkez olarak çekiciliği, başta televizyon dizileri ve İbrahim Tatlıses tarzı müzik olmak üzere gelişen kültürel etki, belki de en önemlisi Arap devriminden korkusu içinde kendisini ılımlı İslam’ın kollarına atan ABD emperyalizminin Erdoğan’ın önünü yeniden açması ve Türkiye’yi o dünyaya bir “model” olarak sunması, 2011 ve 2012 yıllarını AKP iktidarı için parlak yıllar haline getirdi. Ama 2012 AKP Kongresi’ndeki şov (Mursi yabancılar arasında baş stardı) yeni Osmanlıcılık açısından son büyük başarı olacaktı.
2013 Reyhanlı’nın yılıydı. Suriye’de El Kaide ile benzer doğrultudaki akımlar ile ilişkisi Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin başına bela oluyordu. Obama Beyaz Saray’da “bunlarla ilişkini kes” talimatını veriyor, ama El Kaide’ciler Reyhanlı ve benzeri eylemler aracılığıyla Türkiye için bunun maliyetinin çok yüksek olacağı mesajını veriyordu.
2013 Mısır devriminin üçüncü dalgasının yılıydı. Ve bu sefer on milyonlarca Mısırlı “ılımlı İslam”ı, İhvan’ı devirmeye çıkmıştı. Mısırlı devrimci kitlelerin önderliğinin olmaması, olanın da (Ulusal Selamet Cephesi) karşı devrimin yedeğine girmesi, tarihin gördüğü bu en muhteşem kitle eylemlerinden birinin, 30 Haziran’ın bir Bonapartist askeri kliğin eline düşmesine yol açıyordu. Ama arada Mursi devrilmişti. Erdoğan-Davutoğlu ikilisi büyük bir darbe yedi. İleri doğru kaçmak, bu durumdan avantaj sağlamak, kahraman olmak istediler, yapayalnız kaldılar. Mursi’nin finansörü Katar bile temkinli davrandı, Erdoğan bu Suudi operasyonuna İsrail operasyonu demek kolaycılığını gösterdi!
Son (ve en büyük) darbe sonbaharda geldi. Kaynağı henüz anlaşılamamış kimyasal silah kullanımından sonra Esad’ın Rus müttefikiyle birlikte yaptığı usta manevra, Britanya ve ABD emperyalizmlerinin zayıflığı ile birleşince tam savaş ufukta görünmüşken Cenevre II’yi çözüm yolu haline getirdi. İkili ayazda kalmıştı! 2013, Davutoğlu’nun tarihin en başarısız dışişleri bakanı olarak geçmesinin bütün unsurlarını içeriyor!
Bütün bunlar sonucunda öyle bir yere geldik ki, şimdi soruluyor: Esad mı önce gider, Erdoğan mı? 31 Mayıs 2013 öncesinde kimse böyle bir soru sormaya cesaret edebilir miydi?
2014’te hepsi gitsin!
2010 hem anayasa referandumu sayesinde Gülen cemaatinin gücünü perçinlemişti, hem de Mavi Marmara dolayısıyla Erdoğan ile Gülen arasında ilk ciddi çatlağı yaratmıştı. Bu iki faktör birlikte Gezi ile başlayan halk isyanı sonrasında Erdoğan’ın başını belaya er geç sokacaktı. Türkiye 2013’ü tam bir siyasi kriz içinde ve ekonomik uçurumun eşiğinde geride bırakıyor. Bunun ardındaki esas faktör, yukarıda da belirttiğimiz gibi halk isyanının Erdoğan’ın bütün müttefiklerinde ona olan güveni derinden sarsmasıdır. Emperyalizm Erdoğan’ı bunun için terk etmiştir. Arap devrimi sonrasında ılımlı İslam’ın yükselişinin 2013’te durması, Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin Suriye bataklığında çırpınışı, Çin füzesi meselesi, Obama’nın şahsi prestijini ortaya koyarak Erdoğan ile Netanyahu’yu barıştırma girişiminin boşa gitmesi, Türkiye’nin Irak ve Irak Kürdistanı politikası, bütün bunlar kuşkusuz önemlidir. Ama ABD ile AKP arasında 2003-2007 arasında çok daha derin bir kriz yaşanmıştı. 2009-2010 “eksen kayması” tartışması yaşanmıştı. Şayet Erdoğan emperyalizm için belirleyici merkezlerden biri olan bu ülkede istikrarın dinamosu olmayı sürdürebilseydi, bu gelişmeler yaşanmazdı.
İşte cemaat ile AKP’nin birbirinin boğazına sarılmasını da sadece dershanelere indirgemek ya da Erdoğan ile Gülen’in egolarına atfetmek bunun için yanlıştır. Daha önce var olan derin çelişkiler su yüzüne çıkıp İslamcı burjuvazi içinde bir iç savaş haline geldiyse, bunun ardında Gezi sonrası halk isyanının Erdoğan’ın tartışılmaz liderliğinin bitirmiş olması yatar. Yine bu yüzdendir ki, ABD Büyükelçisi Ricciardone’nin mimarlığıyla Gülen-Kılıçdaroğlu-Sarıgül ittifakı kurulmuştur, Gül ve Bahçeli yönünde de arayışlar sürmektedir.
Öyleyse, 2014 büyük sarsıntılara gebedir. Ama şayet sarsıntı bu iki cephe arasında kalırsa, yani Erdoğan’ın karşısında belki de AKP’nin bir bölümünü de yanına alan bir cephe tek başına aktif olursa, Erdoğan gitse bile emekçi sınıflar ve ezilenler bundan önemli bir yarar sağlamayacaktır. Halk isyanı yeniden ayağa kalkmalı, işçi sınıfı ve Kürt halkıyla birleşerek emekçilerin ve ezilenlerin, toplumun yüzde 99’unun çözümünü dayatmalıdır.
2013 Türkiye tarihine şimdiden barikatların yeniden yükseldiği yıl olarak geçti. Haydi, 2014’ü isyanın devrime dönüştüğü yıl yapmaya!