Kürt sorununda yeni bir dönem
Halkı aldatmayı zanaat edinenler ne derse desin, çeyrek yüzyıldır adı konulamayan savaş bir kez daha alevlendi. İskenderun, Dersim, Hakkâri Gediktepe’de ardarda yaşananlar, daha bütünsel, daha geniş bir sürecin sadece son haftalarda en dikkat çeken olayları. Bu olaylar karşısında düzenin politikacısından gazetecisine tumturaklı sözler, “terör”ü lanetlemeler, “ezeceğiz, bitireceğiz” edebiyatı, gerçeğin üzerini tabii ki örtemiyor. Savaş yeniden yükseliyor. Bunu teslim etmeyen, Kürt sorununda anlamlı hiçbir adım atamaz.
Ortada sürpriz sayılabilecek hiçbir şey de yok üstelik. Gerek Öcalan, gerek PKK'nin Kandil yönetimi haftalardır yeni bir döneme girilmekte olduğunu açıklıyorlar. Bu yeni dönem sadece ateşkesin sona ermesiyle, PKK'nin "aktif savunma" adını verdiği, somut bir saldırı olmaksızın da askeri eylemler yapılmasını öngören yeni bir çizginin benimsenmesiyle tanımlanmıyor üstelik. PKK yöneticilerinin açıklamalarına göre, yeni dönemin askeri boyutlarından bile çok daha sert bir politik çekirdeği var. Bu dönem, stratejik bakımdan "dördüncü dönem" olarak anılıyor. Bundan önceki dönemde PKK'nin siyasi, askeri, ideolojik vb. bütün eylem hattının devletle barışçı bir çözüm üzerinde anlaşma çabasına tâbi kılındığı, buna karşılık yeni açılmakta olan dönemde amacın "demokratik özerklik" alanları oluşturmak olduğu, yani Kürt hareketinin hedefine devletle anlaşma olmaksızın ulaşma çabasına gireceği belirtiliyor. Kısacası, hem savaşın şiddeetinde bir sıçrama olacağı, hem de savaşın siyasi hedeflerinin değişeceği PKK'nin zaten açıklamış olduğu gerçekler.
Açılım ve kapatım
Düzenin temsilcilerinin, ister politikacı olsunlar, ister gazeteci-televizyoncu, ister yeni türedi "strateji uzmanı", "şehitlerimiz" edebiyatı gerçeklerin üstünü örtemiyor. Onların "şehitlerimiz" olarak andıkları askerliğini yapmakta olan gencecik insanların da PKK saflarında savaşmakta olan genç Kürtlerin de ölümünden hükümetiyle muhalefetiyle, siviliyle askeriyesiyle Türkiye devletinin tamamı sorumludur. Gerçekler tartışmasız biçimde ortadadır: PKK ve genel olarak Kürt halkı, 2002'den 2010'a kadar AKP hükümetine inanılmaz derecede uzun vadeli bir kredi açmıştır. Erdoğan hükümeti Diyarbakır'da gösteri yapan gençlerin çatır çatır öldürülmesinin sorumluluğunu gönüllü biçimde üstlenmekten Diyarbakır'ı ele geçirme çabasına kadar her türlü saldırganlığı sergilediğinde bile bu kredi tamamen kapatılmamıştır.
2009 yılının "açılım" operasyonu, Kürt hareketinin AKP hükümetinin geçmişindeki bütün olumsuzlukları bir kez daha unutmayı tercih etmesine yol açmıştır. Oysa bu sitede ve Devrimci İşçi Partisi'nin bildirilerinde en baştan itibaren kanıtlarıyla birlikte ikirciksiz biçimde ortaya konulduğu gibi1 "açılım" gerçekte Türkiye'nin Kürt halkını siyasi hareketiyle birlikte kucaklamayı amaçlamıyordu. "Açılım", Türkiye devletinin Barzani-Talabani önderliklerini kucaklayarak Irak'taki Kürdistan Bölgesi'ni hegemonya altına alma çabasının bir parçasıydı. Bu, adı açık konulmalı, "Musul-Kerkük açılımı" idi. Türkiye'nin Kürt hareketinde tasfiye yoluyla Kürt halkını Barzani'nin ve AKP'nin peşine takma operasyonu idi.
Dürüst olalım. Kürt hareketi ve Türkiye solunun Türk milliyetçisi olmayan, yani Kürtlerle şu ya da bu ölçüde dayanışma içinde olan kanatları "açılım"ı ciddiye aldı, Türkiye'nin Kürt sorununa barışçı ve demokratik bir çözüm olarak algıladı. Bunun sonucunun hüsran olacafğı baştan belli idi, ama maalesef düzen güçlerinin taktiklerini iyi okuyamama bu tür umutların yeşermesine yol açtı. Ama yalanlar ancak bir süre yaşayabilir. "Açılım"ın foyası çok çabuk ortaya çıktı. Ve 2009 yılı bitmeden DTP'nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasıyla ve bir dizi Kürt önderinin elleri kelepçeli fotoğraflanarak aşağılanmasıyla birlikte "açılım" da sona erdi.2 Son günlerde, "açılım" döneminde habur kapısından giren PKK'li "barış grubu"ndan insanların tutuklanması, sadece "açılım"ın tabutuna son çivileri çakmıştır.
Elbette savaşın bugün tırmanması bu gülünç gelişmelerin ürünüdür. Burada hem iyi polis hem kötü polis suçludur. Barzani'yi kullanarak halkı kandırmayı ve PKK'yi tasfiye etmeyi planlayan "açılım" mühendisi AKP de, onun bu kurnaz planına bile sert tepkiler gösteren CHP de, dağa çıkma tehdidi savuran MHP de. Herkes kendi meşrebine göre Kürtleri ezilmiş konumunda tutmayı hedeflemiştir ve bu yüzden bugün ölen gençlerin kanı onların vicdanının lekesidir.
Dün saçmalıyorlardı, bugün deli saçması gibi konuşuyorlar!
Erdoğan'ın "taşeron" iddiasının ciddiyetsizliği
Tayyip Erdoğan'ın Gediktepe baskınından sonra Genelkurmay'a yolladığı telgraftaki şu cümle, üzerinde dikkatle durulmayı gerektiriyor: "Hangi güçler adına taşeronluk yaptığı milletimizce bilinen terör örgütü yok edilinceye kadar mücadelemiz sürecek." Bu cümlenin dilbilgisi yapısına göre ana fikri, eğer buna fikir denebilirse, Erdoğan'ın terör örgütünü "yok etme" kararlılığı. Dün "açılım"ın mimarlığına soyunmuş olan Erdoğan, bugün, bazılarının kendisinin tam karşı kampında gördükleri Türk Silahlı Kuvvetleri'nin "son terörist" retoriğine benzer bir söyleme başvuruyor. Türkiye'de bu sözlere karnı tok olmayan bırakın sıradan insanı, has faşist bile var mıdır kuşkulu!
Cümlenin dilbilgisi bakımından ana fikri bu olabilir, ama yan cümlede Erdoğan önümüzdeki dönemde izleyeceği yönelişin çok önemli bir ipucunu veriyor. PKK'nin "taşeron" olduğu fikri, somut güncel koşullar içinde düşünülüdüğü takdirde, ortaya şu çıkıyor: Erdoğan, Gazze dolayısıyla İsrail'le, İsrail ve İran dolayısıyla ABD ve genel olarak Batı ile arasında doğan çatlağı hiç olmazsa seçimlere kadar halk nezdinde kendi lehine çevirebilmek için, PKK'nin savaşını kendisine karşı bir uluslararası komplo olarak sunmaya hazırlanıyor. Halk buna zaten hazırlanmıştır: İskenderun baskınının İsrail'in Mavi Marmara'ya yaptığı saldırı ile aynı güne düşmesi, ilk günden bu yana PKK'nin İsrail'in emrinde olduğu yanılgısını doğurmak için kullanılıyordu. Erdoğan bunun üzerine atlıyor. Bu çizgiyi sürdürdüğü takdirde, Erdoğan'ın ABD ve İsrail ile çelişkisini tırmandırılmış bir Türk milliyetçiliğine tercüme edeceği öngörülebilir.
"Taşeron" iddiası bir başbakan tarafından ortaya atılınca, elbette bütün toplum "kimin taşeronu?" sorusunu ısrarla sormaya başlamıştır. Bu soruya yanıt verme konusunda Erdoğan'ın taşeronluğunu Cemil Çiçek üstlenmiştir. İsim vermeden AB ülkelerini işaret eden Çiçek'e basın mensupları en doğal soruyu, "o zaman neden AB'ye girmek istiyor Türkiye" sorusunu da yöneltmişlerdir. Çiçek'in bu soruya verdiği cevap bir iflas ilanı hükmündedir: "Bunu düşün... Bir başka tartışma konusu yapalım." (Radikal, 22 Haziran 2010) Buradaki ciddiyetsizlik "taşeron" tezinin her tarafının nasıl döküldüğünün resmidir.
Ama asıl ciddiyetsizlik başka yerde yatıyor. Erdoğan, herhangi biri değildir, başbakandır. Başbakan olarak söylediği sözler, devletin bütün istihbaratının ağırlığını taşır. Oysa o böyle söylerken, kendisine bağlı Genelkurmay'ın Genel Sekreteri Tümgeneral Ferit Güler, onun bu açıklamayı yapmasından bir gün önce düzenlediği basın toplantısında, "PKK saldırılarının arkasında İsrail'in olduğu" yorumlarına ilişkin soruyu şöyle cevaplıyor: "Bu tür haberler ve Türk Silahlı Kuvvetleri'ni bu konunun içine çeken değerlendirmeler tamamen gerçek dışıdır." (Radikal, 19 Haziran 2010) Yani Genelkurmay sözcüsü, hem "bu yalandır" diyor, hem de "bir de orduya bağlamayın bu iddiaları" diye ekliyor. Başbakan kendi emrindeki bürokratlarla önce bir dil birliğine ulaşsın, "taşeron" gibi iddilara sonra başvursun! Eğer ordu istihbaratı, örneğin MİT'in bildiği bazı şeyleri bilmiyorsa, Erdoğan bu eksiği bir an önce kapatmalıdır!
Bahçeli düşler diyarında!
Gediktepe baskını karşısında saçma sapan konuşmada perdeyi yükselten ikinci şahsiyet, faşizmin güncel başbuğu Devlet Bahçeli oldu. Bahçeli'nin (derhal liste halinde sunulmasından daha önce hazırlanmış olduğu belli olan) talepleri şöyleydi: (1) Açılımın bittiği ilan edilsin. (2) Olağanüstü Hal (OHAL) ilan edilsin. (3) Kuzey Irak'a karşı her araçla caydırıcılık politikası uygulansın. (4) Kuzey Irak'a geniş çaplı kara harekâtı yapılsın. (5) Burada "geçici güvenlik kuşağı" oluşturulsun. (6) Kandil Dağı'na "etkili bir askeri harekât" yapılsın, burası karargâh olmaktan çıkarılsın. (7) Öcalan'ın dünya ile ilişkisi kesilsin. (8) Medya patronları ve yöneticileri BDP'lilere konuşma hakkı tanımasın. (9) Erken seçim yapılsın.
Liste bitmek bilmiyor! Bahçeli hayal dünyasında geziniyor. Örnek olarak birkaç noktaya değinelim. Bahçeli Kuzey Irak'a, hem de "geniş çaplı" kara harekâtı düzenliyor. 5 Kasım 2007 Beyaz Saray buluşmasından sonra 2008 Şubatında yapılan kara harekâtının başarısızlığı bir yana, operasyon o dönemde bile ABD ile büyük bir gerilimin doğmasına yol açmışken, bugün "geniş çaplı" bir harekâtı ABD'ye nasıl kabul ettireceksiniz? Bir de "geçici güvenlik kuşağı" oluşturulacak burada. Yani zaten işgal altındaki Irak'ta bir bölgeyi Türkiye yeniden işgal edecek. ABD tapulu toprağından koklatır Türkiye'ye, evet! Kandil, "terör karargâhı" olmaktan çıkarılsın. Emriniz olur. Bugüne kadar bütün hükümetler kolayca gerçekleştirilebilecek olan bu adımı atmaktan kaçınmışlardır. Bu ilk kez dahiyane bir fikir olarak Bahçeli'nin aklına gelmiştir.
Bahçeli, açılımın sona erdiğinin ilanını isterken olan biteni pek yakından izlemediğini itiraf etmiş oluyor. Onun bu isteğini AKP hükümeti çok önceden yerine getirmiştir. Talepler listesinde tel bir gerçekçi kalem vardır: erken seçimler. Onun dışındakiler gerçek dünyadan kopmuş bir doktriner politikanın hezeyanlarıdır.
Kılıçdaroğlu klasiği: Adıyaman'da başka, Ankara'da başka!
Kimilerinin umutla gözünü diktiği CHP Genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun Gediktepe baskını sonrasında söyledikleri, partidaşı Onur Öymen'in Dersim isyanı konusundaki vahim demecine karşı verdiği tepkide olduğu gibi şizofrenik oldu. Hatırlanacağı üzere, o olayda memleketi Tunceli'ye gittiğinde Öymen'i istifaya çağırmış, ama Ankara'ya döndüğünde ona sahip çıkmıştı! Bu kez de şizofrenik politikasını sürdürdü.
Ankara'da verdiği demeçte içi boş bir takım laflar arasında şu iki cümleyi sarfetti: "Siyasi irade maalesef terörle mücadeleyi zaafa uğratmıştır. Hiç kuşku yok ki dün olduğu gibi bugün de terör örgütüne yönelik olarak sürdürülen mücadele kazanılacaktır." (Radikal, 21 Haziran 2010) İkinci cümle, aynen öteki parti liderlerinde olduğu gibi, yine gerçekle temasını yitirmiş bir zihnin ürünü. "Dün olduğu gibi" dediğine göre Kılıçdaroğlu "terör örgütüne yönelik olarak sürdürülen mücadele"nin geçmişte kazanılmış olduğuna ciddi ciddi inanıyor. ABD'nin Öcalan'ı ele geçirerek Türkiye'ye vermesinden başka mücadenin "kazanıldığına" dair hangi belirti var? Kazanılsaydı savaş bugünkü sertliğinde olabilir miydi? Halka neden yalan söylüyorsunuz? Halk "‘Dün olduğu gibi' kazanılacaksa, işimiz var" demez mi?
Asıl önemlisi ilk cümle. Savaşın yükselmesinden AKP hükümetinin "açılım" politikasıyla Kürtlerin haklarından dem vurmasını falan sorumlu tutuyor. Yani tipik Baykal ve... Bahçeli çizgisi! Savaş çığırtkanı çizgi. Bu çizgiyi Gaziantep'te yaptığı konuşmada daha da açık hale getiriyor: "Bunlar 2002'de iktidara geldiklerinde, terör yoktu. Açılım diye yola çıktılar, toplumu böldüler, geldiler duvara tosladılar." (Radikal, 22 Haziran 2010)
Ama sonra Adıyaman'da kendini Kürtlerle karşı karşıya bulunca ortaya bambaşka bir söylem çıkıyor: "35 yıldır terörü silahla susturmaya çalıştılar. Akıl yok bunlarda, mantık yok bunlarda, kan kanla yıkanmakla temizlenmez. Böyle bir anlayış olmaz. Toplumsal barışı sağlamak için, toplumsal desteği sağlamak için önümüze aklımızı ve mantığımızı koyacağız. Birisinin reçetesine değil, milletin reçetesine başvuracağız." (Radikal, 22 Haziran 2010)
"35 yıl" 1975 demek. 1975'te ne olmuştu? 35 yıldır "terörü silahla susturmaya çalıştılar" cümlesinin öznesi kimdir? Herhalde AKP, hatta onun öncülü Erbakan değil. En fazla ordu, sonra MHP, sonra da Kılıçdaroğlu'nun partisi ve ona yakın bütün güçler. Aslında pratik olarak düzenin bütün güçleri. Kılıçdaroğlu "akıl yok bunlarda, mantık yok bunlarda" derken yarım yüzyıla yaklaşan bir süre içinde bütün Türkiye devlet kadrolarını karşısına alıyor. Savaş karşısında düzen politikacılarının nasıl bir akıl yitimine uğradığının daha iyi bir belirtisi olabilir mi? Ama öte yandan Adıyaman konuşmasının çizgisinin Ankara'da söylenenlerin zıddı olduğu da ortadadır. Kılıçdaroğlu, şizofrenik poltikasına devam ediyor!
Savaşın dış koşulları
Biz burjuvazinin bu temsilcilerinin kendi ürünleri olan bir durum karşısında sergilediği bütün bu akıl yitimini bir kenara bırakarak gerçek dünyaya dönelim. Savaşın yeniden yükselmesinin içinde yer aldığı koşulların soğukkanlı biçimde değerlendirilmesi, geleceğin olasılıklarının kavranması bakımından önem taşıyor. Bu konuda, iki nokta sürekli olarak ön plana çıkıyor.
Bunlardan birincisi, uluslararası alanda PKK'nin çevresinin kuşatılmış olduğuna ilişkin tespit. Yani dış koşullarla ilgili. Öteki ise savaşın yeniden yükselişinin, arada gelişmiş olan linç eğilimleri dolayısıyla, bir Kürt katliamı veya halklar arası bir etnik iç savaş ile sonuçlanabileceği görüşü. Yani iç koşullarla ilgili. Bu ikincisine birazdan dönmek üzere, şimdi savaşın dış koşullarını kısaca ele alalım.
PKK'nin baskınlarının en etkilileri, en çok ses getirenleri sınır dışından gelerek yaptığı karakol baskınları olduğundan dış koşullar özellikle önemlidir. Nitekim, Gediktepe baskınından sonra toplanan güvenlik zirvesinde alınan kararlar (istihbarat eksikliği ve karakollarda bulunudurulacak askerlerin niteliğinin yanı sıra) esas olarak "çevre ve ilgili ülkelerle terörle mücadele koordinasyon faaliyetleri" odaklıdır.
"İlgili ülkeler" kategorisi, aslında tek bir ülkeden oluşuyor: ABD. Türkiye'nin PKK karşısında 1990'lı yılların sonunda itibaren bir ölçüde üstünlük yakalamış olmasının ardında ABD'nin verdiği destek önemli bir rol oynamıştır. ABD 1999'da Öcalan'ı ele geçirmekle ve Türkiye'ye teslim etmekle Türkiye'ye büyük avantaj sağlamıştı. 2003'ten sonra Irak'ın kuzeyinde bir yeni Kürt siyasi birimi kurulması, bu atmosferi bozdu. 2003-2007 yılları arasında Kürdistan Bölge Hükümeti'nin kurulması ve yeni Kürt yönetiminin PKK ile arayı bozmaktan kaçınması, Kürt yönetiminin hamisi olan ABD ile Türkiye'nin arasındaki ilişkilerin çok gerginleşmesine ve Türkiye'de bunun Metal Fırtına ve Kurtlar Vadisi Irak gibi popüler kurmaca çalışmalarda Kürt sorunu dolayısıyla Türk-Amerikan çatışması olasılığına bile tercüme olmasına yol açtı. Ama 5 Kasım 2007'de Beyaz Saray'da varılan anlaşmadan sonra ilişkiler yine eski yoluna girdi. Barzani'nin Türkiye'nin himayesine girmesi, ABD'nin askerinin bir bölümünü çekeceği Irak'ta Türkiye'ye daha aktif bir rol vermesi gibi gelişmelerin yanı sıra, ABD'nin istihbarat ve başka yollardan PKK ile savaşın bir tarafı haline gelmesi, daha sonra "açılım" konusundaki mutabakat Türkiye açısından PKK ile savaşında önemliydi.
Bugün bu durum radikal bir değişimin eşiğindedir. 2009 Ocak sonunda Davos'taki sözlü düello ile başlayarak 2010 Haziranında askeri çatışmanın eşiğine gelen Türkiye-İsrail gerilimi olsun, Türkiye'nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde İran'a yaptırımlar aleyhinde oy kullanması olsun, ABD sisteminde İsrail yandaşlarının Türkiye aleyhtarı propagandasını güçlendirmiştir. ABD'nin bugünkü hükümetten kurtulmak için harekete geçmesi her an mümkündür, belki de başlamış bir süreçtir. Bu koşullarda, en azından seçimlere kadar, hükümet açısından ABD'den PKK'ye karşı ciddi bir dayanışma beklemek mümkün değildir. Aynı şey, her iki anlaşmazlık konusunda da ABD ile hemfikir olan AB için de söz konusudur.
Irak'ın kendi durumu hiç de parlak değildir. Seçimler yapılmıştır, ama üç aydır hükümet kurulmamaktadır. Ülke içindeki gerilimin her an bir iç savaşa evrilmesi mümkündür. Bu kadar gergin br anında merkezi Irak hükümetinin PKK ile ilgili olarak Türkiye'ye yardım etmesi, sözel düzeyde mümkün olsa bile pratikte değildir.
Barzani yönetimi Türkiye'nin himayesi altına gireli beri, Kürtler arası dayanışma konusundaki 2003-2007 söylemini terk etmiş bulunuyor. (Böylece, o dönemdeki söylemin Türk devletiyle gerilimde Türkiye Kürtlerini bir koz olarak kullanmaktan ibaret olduğu açıklığa kavuşmuş oluyor!) Buna rağmen, Türkiye ile buzlar eridikten sonra bile ne Barzani, ne de Talabani PKK'ye karşı silah kullanmaya açık olmuştur. Türk ordusununun kısıtlı özellikte sınırötesi operasyonları bile Kürdistan Bölgesi'nde ciddi rahatsızlık yaratmaktadır. Dolayısıyla, ABD'nin bastırmadığı bir dönemde Barzani ve şurekâsından Türkiye'nin fazla bir destek beklemesi mümkün değildir.
Öyle görünüyor ki, bu dönemde Türkiye'nin destek alabileceği ülkeler, sadece yeni bölgesel hegemonya politikasının yarattığı yeni dostlar (İran ve Suriye) olacaktır. İran'ın ve Suriye'nin son dönemde PKK'ye yakın bir dizi militanı öldürdüğü biliniyor. Ama bu iki ülkenin esas savaş tiyatrosu olan Kuzey Irak'ta yapabileceği hiçe yakındır. Öyleyse, Kuzey Irak'a bütünüyle sıkışmış gibi görünen PKK, bugün Türkiye'nin karşı karşıya bulunduğu durum ve Irak'ın çelişkileri dolayısıyla bir nefes alma alanına sahip görünmektedir.
Savaşın iç koşulları: öteki savaş
PKK'nin savaşı Türkiye devlet sisteminin son derecede hassas bir anına denk düşüyor. Bir kere, nesnel gelişmeler açısından burjuvazinin politik iç savaşı mtühiş bir gerilimin eşiğindedir. Ya Anayasa Mahkemesi meclisin kabul ettiği anayasa değişikliklerini ayaklar altına alacaktır, ya da Türkiye Eylül ayında referanduma gidecektir. Her iki durumda da burjuvazinin Batıcı-laik kampı ile İslamcı kampı arasındaki gerilim doruğuna tırmanacaktır. Öyle ya da böyle bunu genel seçimler izleyecektir. Batıcı-laik kamp, üçüncü bir kez AKP'nin seçilmesine ve böylece Erdoğan'a cumhurbaşkanlığının yolunun açılmasına tahammül edebilecek bir ruh durumunda değildir. Yani burjuvazinin iç savaşında neredeyse nihai muharebeye doğru ilerlenmektedir.
Bu nesnel koşulların yarattığı ortamda burjuvazinin her iki kanadı da Kürt sorununu birbirine karşı kullanmaktan çekinmemektedir. Taraf gazetesi aylardır, hatta yıllardır her büyük PKK baskınından sonra çarşaf çarşaf belgeler eşliğinde TSK'nin, elinde baskın hakkında istihbarat olduğu halde, engellemek için hiçbir şey yapmadığını ileri sürüyor. Bu, en son İskenderun ve Gediktepe baskınlarında da tekrarlanmıştır. Taraf'ın yayınladığı belgelerin gerçek olması halinde Genelkurmay'ın bu davranışının nedenlerinin anlaşılması gerekir. Burada, her ikisi de aynı yönde etki yapacak iki faktörden söz edilebilir. Birincisi, savaşın yükselmesinin TSK'ye güç kazanadıracak olmasıdır. İkincisi, ise savaşın, 1990'lı yıllardaki bütün hükümetleri yıprattığı gibi, AKP'yi de yıpratacağı hesabıdır.
Bu durum o kadar ayyuka çıkmıştır ki, genellikle AKP yanlısı olduğu hiç söylenemeyecek Milliyet gazetesi, Gedikpaşa baskınından sonra "soruyoruz" manşeti altında TSK'ya bu istihbarat atlamalarının nedenlerini sormuştur (20 Haziran 2010). Daha da ötede, Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin, Gediktepe'den sonra "Genelkurmay'dan tatmin edici açıklama bekliyorum" demeciyle TSK'ye neredeyse alenen meydan okumuştur. Ertesi gün bu demecine şöyle açıklık getirmiştir: "TBMM Başkanı olarak milletimizin hissiyatını dile getirmek görevimdir. Çünkü TBMM, yasama organı olduğu kadar denetim organıdır. Eleştiriler olursa bunu da söyleyeceğiz." Yani millet içinde TSK'ya bu konuda eleştiriler vardır. "Millet içinde" burada AKP yanlıları veya İslamcı burjuva kamp demektir elbette.
Demek ki, PKK savaşına karşı dış destekten büyük ölçüde yoksun kalması ihtimali yüksek olan Türkiye burjuvazisi, aynı zamanda bu konuda kendi içinde de bölünmüş durumdadır. Başka biçimde ifade edelim: Burjuvazinin iç savaşının yarattığı çatlaklar, PKK'nin savaşının olanaklarını arttırmaktadır.
Bütün bu koşullar çerçevesinde, yıllardır şovenizmle koşullandırılmış olna Türk halkının ne tür tepkiler vereceği elbette büyük önem taşıyor. Şunu saptamak yararlıdır: Linç girişimleri genellikle Kürt tarafı zayıf göründüğü anlarda artıyor, güçlü göründüğünde geriliyor. Bu bakımdan, içine girdiğimiz dönemde ölü sayısının artışının yaratacağı bütün kızgınlığa rağmen, kendiliğinden bazı patlamaların dışında, linç ve katliam çabalarının sistematik bir karaktere bürünmesi, daha açık söylersek çeşitli faşist hareketlerin bu tür hareketlere kasıtlı olarak öncülük etmesi düşük bir olasılıktır. Buna karşılık, burjuvazinin iç savaşından kelleyi koltuğa almış olan birtakım güçler (faşistler ve/veya derin devletin organları) bedelini de göze alarak özellikle hükümeti yıpratmak amacıyla bu tür yöntemlere başvurabilirler. Her şeyin ötesinde, uzun yılların zehrinin bir kıvılcımla büyük bir patlamayı tuutşturması da mümkündür. Dolayısıyla, bu dönemde bu tür girişimlere karşı son derecede uyanık olmak, halklar arası kardeşliği her bağlamda güçlü biçimde savunmak önemli bir görevdir. Türkiye 1915 deneyiminde geçmiş bir ülkedir. Bugün koşullar elbette aynı değildir. 1915 bir dünya savaşının ortasında yaşanmıştı. Ama yine de Türkiye'nin yüreğinde biraz vicdan taşıyan bütün insanları Kürt halkına yönelik katliam girişimleri konusunda son derecede duyarlı olamk zorundadır.
1999 ve 2007 sendromu
AKP'nin yaklaşan seçimlerde (2010 veya 2011'de) iktidardan düşürülmesi Batıcı-laik burjuvazi ve onun temel temsilcileri (TSK, yüksek yargı, CHP vb.) için büyük bir aciliyet taşıyor. Şimdi bunlara yavaş yavaş başta İsrail, ikinci sırada ABD olmak üzere, emperyalizm-Siyonizm ittifakı da katılıyor gibi görünüyor. Ortaya yavaş yavaş 28 Şubat 1997'deki toplumsal-siyasi ittifaka benzer bir ittifak çıkıyor. AKP'nin seçilişinden bu yana karşısında böyle bir ittifak oluşmamıştı. Bu ittifak, AKP'yi bütün gücüyle sarsarak Türkiye'yi yeniden "eski eksen"e oturtmak için elinden geleni yapacaktır.
Bu ittifakın dünden farklı olarak bugün bir ölçüde umutla bakabileceği bir de yeni vitrin vardır. Baykal'dan farklı olarak Kılıçdaroğlu'nun sandıkta AKP'yi toptan alt edemese bile CHP'nin oylarını önemli oranda arttırabileceği ortak kanıdır. Zaten Baykal'ın bir saray darbesi ile devrilmesinin ve yerine Kılıçdaroğlu'nun getirilmesinin nedeni tam da halk kitlelerini (üstelik sınıf mücadelelerinde de bir kıpırtı başlamışken) CHP'ye cezbetmektir. AKP seçimden hâlâ ilk parti olarak çıksa dahi, oyları önemli oranda yükselmiş bir CHP, MHP'nin de desteğini alarak seçim sonrasında hükümeti kurabilir. Ama ya bu da yetmezse?
Bu soruyu ABD'den İsrail'e, Batıcı-laik burjuvazinin TSK'den CHP'ye bütün organlarına ve ideologlarına herkesin soracağından emin olabilirsiniz. Çünkü karşıda sadece Türk halk kitleleri nezdinde değil, bütün Ortadoğu'da İsrail'e kafa tutması dolayısıyla efsaneleşmeye bağlayan bir Erdoğan vardır. Dolayısıyla, onu yenilgiye uğratmak isteyen, karşısındaki bütün güçlerden yararlanmak zorundadır.
İşte burada işin içine Kürt hareketi giriyor. BDP'nin ve daha geniş anlamda Kürt halkını temsil eden güçlerin (koyu İslamcı olanların dışında kalanların) burjuvazinin Batıcı-laik cephesinin yanına kazanılması için büyük oyunlar oynanabilir, büyük vaadlerde bulunulabilir.
28 Şubat 1997 muhtırasının basıncı altında Erbakan'ın başında bulunduğu Refahyol hükümeti devrildikten ve Refah Partisi Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldıktan sonra yapılan 1999 seçimlerinde askeri müdahaleden intikam almaya hazırlanan Erbakan-Çiller cephesinin karşısında Ecevit-Mesut Yılmaz cephesi vardı. Seçimleri hangi cephenin kazanacağı berlirsizdi. Bu yüzden burjuvazinin Batıcı-laik kanadı MHP'ye muazzam destek verdi, önünü açtı. MHP de seçimden (tarihindeki en yüksek oy oranı olan) % 19'la çıkıp hükümet ortağı oldu. 2007'de ise AKP ile CHP arasındaki yarışta CHP'nin çok geriden gelmekte olduğunun bilincinde olan Batıcı-laik burjuvazi yine MHP'yi parlattı. "Solda olan CHP'ye, sağda olan MHP'ye" çağrıları yapıldı. MHP bir önceki seçimde % 9 dolayında oy alarak meclis dışında kalmasına rağmen bu seçimde % 14'e yükseldi.
Bu denge oyunu bu kez de BDP üzerinde oynanabilir. Bunun için de Batıcı-laik burjuvazinin temsilcileri BDP'yi belli tavizler karşılığında kendi yanlarına çekmeye çalışabilirler. BDP buna direnmelidir!
CeHePe değil Cephe!
Eğer Kürt hareketi önümüzdeki seçimlerde bu taktik manevraların tutsağı olur da CHP'nin yanına kayarsa, bu Kürt mücadelesi açısından büyük bir kayıp olacaktır. Kimileri burjuvazinin saflarındaki çatlağın Kürt halkı açısından yeni mevziler kazanma yolunda kullanılması gerektiğini, dolayısıyla CHP ile ittifakın yararlı olacağını, aksini savunmanın poliitk esneklikten uzak sadece ilkeleri göz önüne alan bir yaklaşım sergilemek demek olduğunu söyleyeceklerdir. Bu argümanın yalnızca ilk yarısı doğrudur. Evet, Kürt hareketi de işçi sınıfı hareketi de, burjuvazinin saflarındaki çatlaktan yararlanmalıdır. Ama buradan hareketle "dolayısıyla CHP" sonucuna varmanın hiçbir mantıksal zorunluluğu yoktur! Çatlaktan yararlanma ne denli akıllı bir taktikse, bu gerekçeyle CHP'ye bağlanma o denli oportünist bir taktiktir.
Önce genel olarak şunu söyleyelim: Batıcı-laik burjuvazinin ve onun bu durumdaki en önemli kurumu olan CHP'nin Kürt halkını kendi yanına kazanmak için yapacağı bütün vaadler, zamanla buruşturulup bir kenara atılacaktır. Bunun nedeni sadece CHP'nin doğası gereği Kürt halkına gerçek bir özgürleşme yolunda olanaklar sağlayamayacak bir parti olması değildir. Yukarıda özetlediğimiz tablo hatırlanırsa, AKP'nin yenilgisini sağlamak için Batıcı-laik cepheye MHP de gerekmektedir. Yani seçimlerden sonra AKP'nin yerine kurulacak herhangi bir hükümetin MHP'yi de içermesi hemen hemen kesindir. İşte bu yüzden Kürt halkının özgürlükleri burada, CHP'nin niyetlerinden de bağımsız olarak, aşılamaz sınırlarla karşılaşacaktır.
Ama mesele bundan da ibaret değildir. Batıcı-laik burjuvazinin Kürt hareketine karşı bütün manevrası ikiyüzlülük ve aldatmaca üzerinde yükselecektir. Bunun bir örneği 28 Şubat döneminde yaşanmıştır. O dönemde Hem İslamcı hareketle, hem de Kürt hareketiyle aynı anda uğraşmanın zorluğunun farkında olan Genelkrumay, Refah Partisi ile mücadele ettiği süre boyunca Kürt hareketini nötralize etmek (tarafsızlaştırmak) için çeşitli taktikler uygulamıştır. Bu taktiklerin en etkilisi maalesef 28 Şubat taraftarı bazı sol hareket ve aydınların, bu arada Kürt hareketinin içine sızmış olan unsurların, 28 Şubat'ı sözümona bir "restorasyon" teorisi temelinde "ilerici" olarak sunmaları ve Kürt hareketine buradan hayır geleceği fikrini işlemeleri olmuştur. 28 Şubat döneminde gerici askeri müdahalenin zafer kazanmasının sonucunun Kürt hareketi için ne anlama geldiğini bugün biliyoruz. 1997 yılında Erbakan'ı yenilgiye uğratan asker, 1998'de Suriye'ye ültimatom vererek 1999 başında Öcalan'ı ABD desteğiyle ele geçirmiştir.
Kürt hareketinin aynı tür bir taktik çalıma bugün de kanması hareketi en avantajlı olduğu bir durumda ciddi şekilde geriye düşürecektir. Evet, burjuvazinin içindeki çatlak dolayısıyla, BDP bugün büyük bir avantaja sahiptir. Ama CHP'ye bağlanması bu avantajın büyük ölçüde sabitleşmesine yol açacaktır. BDP bağımsız politik manevra yeteneğini yitirecektir. Oysa, her iki kamptan da bağımsız duran bir BDP burjuvaziden çok daha büyük tavizler koparma olanağına sahip olacaktır.
Ancak en önemlisi bu da değildir. En önemlisi, Türkiye Kürtlerinin bu sistemden özgürlük beklemelerinin bütünüyle yanlış olmasıdır. Kürt hareketi, 1993'ten, hatta HEP'in SHP saflarında seçimlere girmeye karar verdiği 1991'den bu yana, Türkiye kapitalizminin politik güçlerinden birinden ya da ötekinden kendisine bir el uzatılmasını, haklarının tanınmasını ve uygulanmasını bekliyor. Aradan koskoca iki onyıl geçmiştir. Ve her uzatılır gibi yapılan el sonra geri çekilmiştir. Bunun dersini artık çıkarmak gerekir.
Dün AKP'ye verilen destek, açılan kredi karşılığında ölümler, tutuklamalar, saldırılar, sınırötesi operasyonlar getirdi. Sekiz yıl çok değerli bir zaman dilimidir. Hele çeyrek yüzyıldır savaş koşullarında yaşayan bir halk için. Bu süre AKP'den umut beklenerek bir bakıma harcanmıştır. Bu sefer de Kılıçdaroğlu'nun peşinde yılların yitirilmesi büyük bir hata olur.
Kürt halkının özgürlüklerini elde etmesi için, Ortadoğu'da muazzam değişiklikler olmadığı sürece, tek yol işçi sınıfıyla el ele vermektir. İşçi sınıfı durgun olduğunda elbette şovenist de olur, ırkçı da. Gerici ideolojilere de faşizme de kapılabilir. Kapılmıştır da. Ama mücadele yükseldiğinde durum değişir. Mücadele eden işçinin bilinci de bu mücadele içinde değişir, yeniden şekillenir. Sınıfın ortak mücadelesi farklı uluslardan işçileri birbirine yaklaştırır. Tekel mücadelesinde tam bu yaşanmıştır. Tekel mücadelesi, sadece Türk işçilerine Kürt işçilerine ve halkına önyargılı tarzda bakmamayı, onları küçümsememeyi, onların bilincine saygı duymayı öğretmemiştir. Aynı zamanda, Kürt işçilerine de Türk işçilerinin mücadeleye girdiklerinde eskisinden çok farklı bir bilince kavuşacaklarını kanıtlamıştır.
Bu yüzden, tam da Tekel eyleminin ardından, görev mücadele eden işçiler ile mücadele eden Kürtler arasında bir toplumsal cephenin temellerinin atılmasıdır. Bu, başlangıçta BDP ile sosyalist hareketin enternasyonalist kanatları arasında bir siyasi blok olarak ortaya çıkacaktır. Ama Kürt kitlelerinin yanı sıra mutlaka işçi ve emekçi kitlelerine de erişebilmelidir. Bunun koşulu, söz konusu blokun sosyo-ekonomik alanda bütünüyle sınıf temelli politikalara yönelmesidir. Blokun adı bunu açıkça ortaya koymalıdır: Emek ve Özgürlük Bloku. Blokun genel seçimlerde göstereceği adaylar bunu açıka ortaya koymalıdır: Batı'da işçi ve sosyalist adaylar, Bölge'de Kürt adaylar.
Bu toplumsal cepheleşmedir ki, dünyayı sarsan ekonomik kriz ile bölgemizi avcuna alan emperyalist savaşın yaratacağı sarsıntı içinde bizi felaketlerden koruyacak ve sonunda kurtuluşun yolunu gösterecektir.
1 Bu konuda daha önce yaptığımız analizler için aşağıdaki yazılara bakılabilir:
Çözüm: Ortadoğu Federasyonu http://www.iscimucadelesi.net/index.php?option=com_content&task=view&id=616&Itemid=40, Başbuğ hükümetin "açılım" programını açıkladı http://www.iscimucadelesi.net/index.php?option=com_content&task=view&id=629&Itemid=40, Siyasi çözüm doğru yolda ilerlemiyor http://www.iscimucadelesi.net/index.php?option=com_content&task=view&id=684&Itemid=40
2 "Kapatım" http://www.iscimucadelesi.net/index.php?option=com_content&task=view&id=733&Itemid=40).