89 Bahar Eylemleri neden sönümlendi?
Türkiye’nin belirleyici gündemi uzun bir süre boyunca kapitalist sınıfla işçi sınıfı arasında kıyasıya bir mücadele olacak. Erdoğan’ın “nas” kisvesi altında ekonomiyi enflasyonun pençesine teslim etmesiyle ağır bir yoksullaşma yaşamış olan işçi ve emekçi, bu sefer de bu felaketin sona erdirilmesi için Mehmet Şimşek’in yönetiminde uygulanacak politika sonucunda işsizlik belasıyla karşılaşacak. Kıdem tazminatı güvencesi elinden alınmaya çalışılacak. Emekliliği banka ve sigorta şirketlerinin yağmasına sunulmak üzere özelleştirilecek. Bu gündemin dışında öne çıkacak konular (özel durumlar dışında) sınıf savaşını örtmek, sınıfı bölmek, yani “cambaza bak” demek amacıyla manipüle edilecek.
İşte seçim sonrasında bu büyük sınıf kavgası başlayacağı için Gerçek’in geçen sayısında işçi sınıfının en zor bir döneminde, ülke hâlâ darbeci General Evren’in ve işçi düşmanı Özal’ın hâkimiyeti altındayken bile, 1989 yılında 1,5 milyon işçinin nasıl ayağa kalktığını ve yüzde 140’a kadar varan ücret artışlarını nasıl sağladığını anlattık. Ama, diye sorduk, bu devasa harekete rağmen 12 Eylül darbesinin amacı nasıl oldu da gerçekleşti, yani işçi sınıfı daha sonra nasıl oldu da bazen yıllar boyu en ufak bir kıpırtıya yer vermeyen bir durgunluğa teslim oldu? Bu yazıda bu soruya cevap arayacak ve aynen 89 Bahar Eylemleri’nden çıkardığımız gibi günümüz için dersler çıkaracağız.
Geçen yazıda, işçi sınıfının en zor durumlarda bile kendi iç güçleri sayesinde ayağa kalkabilecek kadar yüksek kapasiteye sahip bir sınıf olduğunu vurguladık. Bu sefer ise işin öteki yanını hatırlatacağız: İşçi sınıfı kendiliğinden harekete geçerek çok büyük eylemler yapabilir, hatta kısmi zaferler kazanabilir, ama bunların kapitalist sınıfı yenilgiye uğratacak olgunluğa ulaşması sınıfın iyi bir önderliğe sahip olmasına bağlıdır. Yani sınıf işi başlatabilir, bir süre sürdürebilir, ama zafere ulaşmak için bazen sendikal, çoğu zaman da siyasi önderliğe ihtiyacı vardır.
Aslına bakarsanız, 1989’un yarattığı canlılık ekonomik talepler alanında elde edilen başarıdan sonra hemen sönümlenip yok olmadı. Tam tersine. Bu eylemlerin açığa çıkardığı özgüven ve cesaret sınıfın başka kesimlerinin canlanmasına yol açtı. 1990, kamu emekçilerinin sendikalaşması için mücadelelerin parladığı yıl oldu. 1990 sonu ile 1991 başı Zonguldak maden işçisinin önce bütün kenti hâkimiyetine almasına, ardından Ankara’ya bir yürüyüş düzenlemesine sahne oldu. Hatırlanacaktır, geçen defa dedik ki 89 eylemleri Özal’ı Çankaya’ya kaçmaya mecbur etmişti. Özal orada da rahat edemedi: Zonguldak işçisi onu “Çankaya’nın şişmanı, işçilerin düşmanı” sloganıyla yerden yere vurdu.
Zonguldak nasıl bitti birazdan dönelim. Ama genel anlamıyla işçi hareketi ABD emperyalizminin komşumuz Irak’a açtığı “Körfez Savaşı” nedeniyle bir süre geri çekilmek zorunda kaldı. Ne var ki, savaşın hemen ardından Zonguldak’ın tarzını devralan Paşabahçe ve Erdemir grevleri geliyordu. Bu mücadele dalgası en azından Çiller-Karayalçın koalisyon hükümetinin 1994’te yaşanan derin ekonomik krize sözde çözüm olarak uyguladığı 15 Nisan paketine karşı düzenlenen işçi eylemlerine kadar devam etti. Peki sonra neden geriledi hareket?
Üç ana nedenle. Birincisi, arada yaşanan Uğur Mumcu suikastı, Sivas Madımak ve Başbağlar katliamları aracılığıyla “derin devlet” denen kontrgerilla Türkiye’nin ayarlarıyla oynadı. Bunu başka siyasi cinayetler ve katliamlarla ta 1997’ye kadar sürdürdü. Bunun sonucunda, 1989-1993 arasında bir yandan Türk işçi-emekçisi, bir yandan özgürlüğü uğruna sokaklara dökülen Kürdün mücadelelerinde paralel bir yükseliş yaşanırken 1993’ten sonra araları açıldı. Sivas Madımak Otel’de yanan, Türk-Kürt mücadele kardeşliğidir.
İkincisi, işçi sınıfının karga kılavuzları yüzünden hâkim sınıf partilerinin peşine takılmasıdır. Bunun en çarpıcı örneği; sınıfın, 1991 seçimlerinde Özal’ı yenen Demirel-İnönü koalisyonunun her türlü demokrasi demagojisini (Demirel “duvarları camdan karakollar” vadediyordu!) ciddiye almasıdır. Bir başkası, 100 bin Zonguldak işçisinin Ankara’ya yürüyüşünün CHP’li sendikacıların araya girmesiyle durdurulmasıdır.
Üçüncüsü ise, sendikal hareketin, CHP’nin ve reformist solun Avrupa Birliği hayranlığı temelinde hem demokrasinin geleceğini bu emperyalist kampa bağlaması hem de AB’nin baş tuzağı “sosyal diyalog” sendikacılığının DİSK-KESK dâhil bütün sendika hareketinin amentüsü haline gelmesidir.
Yükseliş ve zaferin derslerini işçi sınıfının gücüyle özetlemiştik. Her türlü koşulda sınıfın kendiliğinden harekete geçme kapasitesinin olabileceğini vurgulamıştık. Aynı hareketin uzunca bir canlılıktan sonra sönümlenmesini ise, değişimi emperyalist merkezlerden beklemek, hâkim sınıf partilerinin önderliğini benimsemek ve halk hareketinin bölünmesine izin vermek olduğunu görüyoruz. Bunlar bugün de devam eden sorunlardır. İşçi sınıfı hareketi son 35 yılda yaşanan tarihten mutlaka bugün için dersler çıkarmalıdır.
Sonuç olarak, daha yeni, 1 Mayıs’ta CHP gibi TÜSİAD’ın çıkarlarını savunan bir partiye güvenmenin mücadeleyi nasıl etkisizleştireceğini yaşamadık mı? İşçi sınıfı kendi mücadelesini burjuvazinin etkisinden kurtarmalı ve kendi oluşturduğu sendikal ve siyasi önderliklerle mücadeleye atılmalıdır!
Bu yazı Gerçek gazetesinin Mayıs 2024 tarihli 176. sayısında yayınlanmıştır. Bu yazıyı Gerçek'in podcast hesaplarından sesli olarak dinlemek için aşağıdaki resmin üzerine tıklayın.