Bir Avrupa Birliği soykırımı, bir sosyal demokrat soykırım

ruanda

Günü gününe 27 yıl oldu. 7 Nisan-15 Temmuz 1994 tarihleri arasındaki 100 gün içinde Afrika’nın doğusundaki Ruanda’da erkek kadın, yaşlı çocuk bir milyon korunmasız sivil katledildi. Günde 10 bin kişi oluyor! Katliamı düzenleyenler ülkenin çoğunluğunu oluşturan Hutu etnik grubunun şoven, gerici, gözü dönmüş milisleriydi. Machete olarak anılan pala biçiminde tarımsal üretim araçlarıyla, kazmayla kürekle, yabayla sopayla, ateşli silahla öldürdüler önlerine geleni. Katledilenler arasında demokrat eğilimdeki etnik Hutular da vardı ama ezici çoğunluk, ülkenin azınlık etnik grubu olan Tutsilerdendi. Yani açıkça, ikirciksiz ve tartışmasız biçimde bir soykırım işlenmişti.

Her şey yıldırım hızıyla olup bittikten sonra yaşananın soykırım olduğunu yadsıyan zaten yok. Tartışılan başka şey. Evet, silahları tutan eller Hutu milislerinin elleriydi. Peki onlara silahları veren kimdi? Ruanda’da 1994 öncesinde uzun süredir yaşanmakta olan çatışmalar dolayısıyla bir Birleşmiş Milletler (BM) gücü vardı. Daha da önemlisi Fransa 1994 öncesinde Ruanda’da asker bulunduruyordu. BM neden müdahale etmemişti? Fransa soykırımı engellemek için neden bir şey yapmamıştı? Esas tartışılan buydu.

BM’nin rolü konusunda tek bir şey söylemek yeter bu kuruluşun ne kadar alçalabileceğini anlamak için. BM gücünün başındaki Kanadalı General Dallaire, Hutuların katliam hazırlıklarını ve gizli silah yığınaklarını erkenden keşfetmişti. Ama müdahale etmesi BM Genel Sekreter Yardımcısı, kendi de Afrikalı olan Kofi Annan’ın çabasıyla engellendi. Soykırımın önünü açan bu Kofi Annan, daha sonra “uluslararası toplum” diye bilinen emperyalist koalisyon tarafından ödüllendirildi ve 1997’den itibaren on yıl boyunca BM Genel Sekreteri olarak görev yaptı!

Biz asıl Fransa’ya gelelim. 1994 soykırımı biter bitmez Fransa çalkalanmaya başladı. Fransa’nın Marksist ve anti-emperyalist aydınları, ülkenin hükümetinin, üzerinde çok büyük etkiye sahip olduğu Ruanda yönetiminin soykırım uygulamasını nasıl kollarını kavuşturup seyrettiğini derhâl sorgulamaya başladılar. Her geçen yıl, ortaya Fransa’nın soykırımın bilgisine sahip olduğu halde parmağını bile kıpırdatmadığına ilişkin deliller ortaya çıktı.

İşin daha da çarpıcı yanı, o sırada Fransa’nın başında François Mitterrand adlı, “Sosyalist” Parti lideri, sosyal demokratlarla Fransız Komünist Partisi’nin ortak programı ile 1981-1995 arasında cumhurbaşkanı olan bir politikacının oturuyor olmasıydı. Yani soykırımın işbirlikçisi sözde sosyalist bir sosyal demokrattı!

Yıllar geçti. Deliller birikti. Soykırım suçluları yakayı ele verdi. En son birinin Paris’te on yıllar boyu polisin burnunun dibinde yaşamış olduğu ortaya çıktı. Mızrak çuvala sığmamaya başladı. Ayrıca bugünkü Ruanda yönetimi Fransa’ya diş biliyordu. Fransa’nın kendini Ruandalıların gözünde temize çıkarması gerekiyordu.

Çuvala sığmayan mızrağı “araştırmak” üzere şimdiki Fransa cumhurbaşkanı Macron bir tarihçiler ekibi oluşturdu. Arşivlerin, özellikle de Fransız CIA’sı DGSE’nin arşivinin bütünüyle açıldığı söylendi. Geçtiğimiz günlerde bu tarihçiler komisyonu araştırmalarının sonucunu açıkladı. Sürpriz ki sürpriz! Varılan sonucu bütün basın “Fransa aklandı” diye verdi. Fransa’nın soykırımda çok ciddi sorumlulukları vardı ama ülke suç ortağı değildi!

Fransa’nın aydınlara hitap eden radyosu France Culture’e çıkan komisyon başkanı Vincent Duclert şöyle dedi: “Mitterrand’ın soykırım karşısındaki durumu ‘körlük’ olarak nitelenmeli. Ortada ‘bilişsel’ (kognitif) bir problem var.”

Halkımıza bu “şık” ve alçak sahtekârlığı şöyle anlatabiliriz: Değerli tarihçiler ekibinin başı, Fransız halkına diyor ki, “Mitterrand’ın kafası olan biteni almıyordu. Adam taşkafaydı”! Mızrak çuvala sığmayınca ne yapılıyor görüyor musunuz? Fransa her şeyi biliyor ama üç maymunları oynuyor, bunun da adı “anlayamadılar” oluyor. Fransa’nın 2007-2012 arası görev yapan eski Cumhurbaşkanı Sarkozy, Türkiye’nin AB’ye yakışmayacağını anlatmak için Fransızcada açık sözlülüğe ilişkin kullanılan bir terimi kullanmıştı: “Biz kediye kedi deriz.” Aman efendim, siz kediye kaplan diyormuşsunuz, o kadar sahtekârsınız!

Bu alçaklık, bu ikiyüzlülük elbette Fransız halkının bir niteliği değil. Emperyalizmin bir niteliği. Mitterrand soykırımı gördü ama “tanıyamadı” çünkü Hutuları kendisine bağlamıştı. Tutsilerin siyasi zaferinin ise Ruanda’nın Amerika ile İngiltere’nin eline düşmesine yol açacağını düşünüyordu. Yani kavrayışını belirleyen emperyalistler arası rekabetti. Onun için soykırım başladığında 100 gün gibi kısa bir süre boyunca başını başka tarafa çevirdi. Tabii başınızı çevirir ve olan bitene bakmazsanız olan biteni kafanız almaz!

Biz 2004’te, soykırımın 10. yıl dönümünde, o aşamaya kadar biriken delillere yaslanarak “Ruanda 1994: Bir Avrupa Birliği soykırımı” başlığını taşıyan bir yazı yazdık. O yıllar Türkiye solunun ve sendika hareketinin AB fetişizmi içinde geleceği Türkiye’nin AB üyeliğine havale ettiği yıllardı. Sol günde beş defa AB’nin bir “demokrasi, barış ve sosyal adalet odağı” olduğunu söylüyordu. Ruanda deneyimi gözlerin açılmasına yarasa keşke!

Şimdi İstanbul Sözleşmesi feshedildi ya. Kendisini “sol” sayan birçok insanımız ve kuruluşumuz AB Komisyonu Başkanı Ursula van der Leyen ile Avrupa Birliği Konseyi Başkanı Charles Michel’in İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesine rağmen Tayyip Erdoğan ile düzenlenen çevrim içi bir toplantıyı iptal etmemiş olmasına içerliyor. Soykırıma duyarsız kalan politikacı tipolojisi İstanbul Sözleşmesi’ne ne ölçüde duyarlı kalabilir? İlahi dostlar! Acaba esas “anlama” sorununu kim yaşıyor?

 

Bu yazı Gerçek gazetesinin Nisan 2021 tarihli 139. sayısında yayınlanmıştır.