Kürt hareketinin emperyalizmle imtihanı

Yaşanmakta olan “barış süreci” kodlu garabet dönem öyle bir siyasal/kültürel atmosfer yarattı ki, bazı kelime ve kavramların ısrarla ve içi boş biçimde tekrarı, bazılarının ise ısrarla yok sayılması şimdi moda oldu. Bunlardan ikisi var ki kendi aralarındaki diyalektik bütünlüğüyle de mükemmel birer örnek oluşturuyor: “güçlü ve büyük Türkiye” ve “emperyalizm”. 

Kürt Hareketi’nin bütün bileşenleri tarafından daha dün “sömürgeci” olarak tanımlanan Türk burjuva devleti bütün heybetiyle (bunu en veciz şekilde işçi sınıfına karşı 1 Mayıs’ta saldırı ile, Kürt halkına karşı da sadece Hakkari bölgesinde 9 yeni karakol inşası ile sergilemiştir) ortada, yine kendi deyimleriyle “faşist” bir parti olan AKP de bütün kudretiyle iktidarda iken, Kürt siyasileri “güçlü ve büyük Türkiye” den bahsettiğinde Kürt ya da diğer etnik unsurlardan kitlelerin ne anlamasını bekliyor acaba? Kürt hevallerimiz ve bazı sosyalist “dost”ları, bu kavramı rahatça kullanırken; gerçekten faşistinden Kemalistine, liberalinden, muhafazakârına kadar burjuva siyasi yelpazesindeki her partinin ve oluşumun, TSK gibi en üst militarist aygıtın, TÜSİAD, MÜSİAD ya da TUSKON gibi kök sermaye örgütlerinin tamamının ve hepsiyle birlikte, hepsinin ortak aygıtı devlet yapılanmasının ezeli ve ebedi hayalinin “güçlü ve büyük Türkiye” olduğunu unutmuşa benziyor.

Bu süreçte benzer aymazlık “emperyalizm” için de geçerli. Başta “kötü polis” ABD’nin, yanında da “iyi polis” AB’nin en hasından emperyalist yüzü ısrarla yok sayılıyor. Oysa Kürdistan’ı “devletlerarası sömürge” haline getiren, Lozan Anlaşması ile bunu uluslararası hukuk alanında “legalleştiren” emperyalizmin ta kendisi. Bakın bunu Kürt hareketinin kuruluş manifestosu (“Kürdistan Devriminin Yolu”) son derece yerinde bir tespitle nasıl tanımlıyor:  “Eğer Ortadoğu'da Siyonizm, Kemalizm, monarşizm ve kokuşmuş mezhepçilik olmazsa emperyalizm zor tutunur. Emperyalizm gücünü yarı yarıya, halklar arasında milli baskılara, işgallere, katliamlara ve suni çelişkilere yol açan bu ideolojik ve politik yapılardan almaktadır. Emperyalizm, Ortadoğu'da bu yapılarla ilmeğini dokur ve halkların boynuna geçirir.” Bugün bu tabloya; Suriye’deki mezhep savaşının emperyalistler tarafından kışkırtılması, Türkiye’nin bütün bölgede Vahabiliğin fedailiğine soyundurulması, Suudi Arabistan ve Katar’ın süreçte daha da aktif hale getirilmesi…vs eklendiğinde bu tespitin eskisinden daha da fazla geçerli olduğu ortada. Hâl böyle iken, henüz geçen hafta Erdoğan’ın hemen ardından T.C.’nin en büyük silah tedarikçisi ABD’ye giden BDP heyetinin başındaki Ahmet Türk’ün “ABD’nin demokratik bir Ortadoğu ve Türkiye için barış sürecine katkıda bulunmasını ve hükümeti barışçı çözüme teşvik etmesini ‘asla’ bir müdahale şeklinde görmedikleri, ABD ile Suriye konusunda hemfikir oldukları” açıklamasını nasıl değerlendirmeli? Ya da iki gün önce T.C.’nin diplomatik alanda en büyük destekçisi AB Konseyi Başkanı Van Rompuy ile görüşen BDP Eşbaşkanı Gültan Kışanak'ın “Türkiye'nin AB üyelik sürecini ilerletmenin önemli olduğu, bunun Türkiye'nin demokratikleşmesi ve evrensel hukuk normlarıyla buluşması açısından bir gereklilik olduğunu, AB'den de Kürt sorununun Türkiye'yi daha fazla cesaretlendirecek, teşvik edecek, deneyimlerini paylaşacak bir yaklaşım içerisinde olmasını bekledikleri” sözlerini. (Aynı görüşmede AB karşıtı! sosyalist Ertuğrul Kürkçü’nün de olduğunu ekleyelim)

Her kurumla her türlü görüşme, Kürt hareketi açısından elbette anlaşılabilir, ama emperyalizmle diplomatik sınırı aşan bir temasın sadece felâket, ya da Barzani örneğinde açıkça görüldüğü gibi başka halklar aleyhine utanç verici bir işbirliği, Kürdistan işçi sınıfı ve yoksulları aleyhine de derin bir sömürü ve sefalet getireceği gün gibi ortadadır. Emperyalizmle arasına kalın bir kırmızı çizgi çekmeyen, hatta onu hedef tahtasına oturtmayan (ulusal ya da sınıfsal) hiçbir hareketin ne Kürdistan’da, ne Ortadoğu’da, ne de dünyanın başka bir yerinde şansı olacaktır. 

 

Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Haziran 2013 tarihli 44. sayısında yayınlanmıştır.