Hong Kong: tek ülke, tek sistem, iki rejim
Hong Kong şehir devleti iki buçuk aydır büyük bir kitle hareketi ile sarsılıyor. Olaylar Haziran ortasında Çin’in “tek ülke” politikasının konusu olan dört toprak arasında (Çin Halk Cumhuriyeti, Hong Kong, Tayvan, Makao) suçluların iadesine ilişkin bir yasa tasarısının Hong Kong’da Çin’e muhalefet edenlere karşı kullanılacak bir önlem olarak yorumlanması ihtimaline karşı başladı. Yasa tasarısı Hong Kong yönetimi tarafından erkenden geri çekildi, ama kitle hareketi, tasarının hükümet için uygun bir anda yeniden gündeme getirilebileceği kaygısıyla bütünüyle iptal edilmesini talep ediyor. Bu yüzden eylemler devam ediyor. Mücadele zaman zaman çok güçlendi. 7,5 milyon nüfusu olan adada iki milyon insanın sokağa çıktığı oldu. Zaman zaman da özellikle Çin’in sembollerine saldırı halini aldı, şiddete büründü. Polis de zaman zaman çok sert tedbirlere başvurdu, birçok gösterici plastik kurşunlarla yaralandı, gözünü yitirdi, gazlandı, dövüldü. Şimdi olaylar devam ettiği takdirde Çin’in askeri müdahalede bulunarak hareketi ezmesi ihtimali konuşuluyor.
Bütün bunları, Hong Kong ile Çin’in ilişkilerinin tarihini bilmeden anlamak mümkün değil. Hong Kong 20. yüzyılı bir İngiliz sömürgesi olarak yaşadı. 1955, 1965 ve en önemlisi 1967’de ada halkı sömürgeciliğe karşı son derece güçlü mücadeleler verdi. Bu son tarihte, İngiliz sömürge yönetimi, çok sert yöntemlerle komünist hareketi adadan sildi, ana karaya sürdü. (O komünistlere kıta Çini’nin nasıl muamele ettiğinin de araştırılması gerekir!) Hong Kong solu o zamandan beri çok zayıftır. Ne var ki bu arada Hong Kong İngilizler tarafından bir “dünya şehri” haline getirildi. Hem sanayi alanında hem de daha önemlisi uluslararası finans ve re-eksport işi yapan ticaret limanı sayesinde çok büyük bir zenginlik odağı oldu. Çin’in dünyaya açılmasının ve kapitalistleşmesinin en önemli merkezlerinden Şenzen ile karşı karşıya bir coğrafi konumda olması da bu zenginlikte rol oynadı. 1997’de İngiltere Hong Kong’dan çekildi. İmzalanan anlaşmaya göre, adanın Çin ile ilişkisi “bir ülke, iki sistem” (yani kapitalizm ve sosyalizm) olarak tanımlandı. Böylece, Çin 1978’den beri sürdürdüğü liberalizm ve “açılım” politikasını doruğuna taşıyor ve “ülke”nin içinde ikinci bir sistemin, yani kapitalizmin varlığını kabul ediyordu. Hong Kong, “dış Çinliler”in (Tayvan, Makao, Singapur, Malezya ve başka ülkelerdeki Çinli kapitalistler) Çin’e yaptığı yatırımların merkezi haline geliyordu. Ama aynı zamanda Batı emperyalist sermayesi de adayı kıta Çini’ne bir sıçrama tahtası olarak kullanıyordu.
Bugünkü mücadele bu yüzden çok karışık ve çelişik bir karakter taşıyor. Bu hareketin kökeninde, bir yandan 2011’de Wall Street işgali hareketinden esinlenen ve bir yıla yakın süren anti-kapitalist karaktere sahip Occupy (İşgal Et) hareketinin başını çeken gençlik, bir yandan da 2013’te liman ve dok işçilerinin birlikte yürüttükleri, ülkede on yıllardır görülmemiş derecede güçlü grev yatıyor. Ama arada bir başka eylem dalgası var: 2014 sonunda yaklaşık üç ay boyunca Şemsiyeler Hareketi, Hong Kong seçimlerine katılacak adayların daha önce Çin tarafından onaylanmasını protesto etmeye girişti. Eylemlere liseler başta olmak üzere muazzam bir gençlik katılımı oldu. Sokağa çıkan insan sayısı 1 milyonun üzerinde tahmin ediliyor. Dönem Akdeniz devriminin yükseldiği dönemin hemen ertesine rastlıyor. Ama bu hareketi 2011 İşgali’nden ve 2013 grevinden ayıran, Hong Kong nüfusunu Çin’e karşı birleştirmeye çalışmasıdır. Hareket bu anlamda daha önceki, sınıf dinamikleriyle başlayan eylemleri “zengin milliyetçiliği”nin aldığı bir karakter taşır.
Hong Kong, kendi içinde muazzam sınıf bölünmelerine sahiptir. Zenginliğine rağmen nüfusun yüzde 20’si yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Çevre ülkelerden (Endonezya, Filipinler vb.) gelen, hepsi kadın hizmet işçisi göçmen nüfus (Hong Kong nüfusunun yüzde 5’i) çok ağır sömürüye maruz. Kıta Çini’nden gelen kır kökenli göçmen işçiler de öyle. Sonuç olarak Hong Kong halkı kendini Çin halkına karşı ayrıcalıklı görüyor ve bu ayrıcalıklarını korumak istiyor. Hong Kong’un Çin’e karşı özerkliğini, hatta bütünüyle bağımsızlığını savunanlar, sömürgeciliğin emperyalist sermayenin himayesi altında devam etmesini savunmuş oluyorlar. Hong Kong solunun 1960’lı yıllarda sömürgecilik tarafından kırılmış olması da bunların işine yarıyor.
İngiltere ile Çin’in 1997’deki anlaşması Çin’de kapitalizmin restorasyonunun tamamlanmasını ve işçi devletinin bütünüyle yok edilmesini amaçlıyordu. Bu hedeflere ulaşılmıştır. Ama emperyalizm ile Çin arasındaki ilişkiler 1997’den bu yana geçen iki on yıl içinde büyük değişiklik göstermiş bulunuyor. Başta ABD olmak üzere, emperyalizm artık Çin’deki işçi devleti bürokrasisinin kapitalizme geçişi sırasında ona destek olma politikasını terk ederek, Çin’i kuşatmayı, yalıtmayı ve uygun koşullarda (gerekirse savaşarak) diz çöktürmeyi hedefliyor (aynı şey Rusya için de geçerlidir). Hong Kong’da kitlelerin daha fazla demokratik ve ekonomik haklar elde etme mücadelesi, bugün emperyalizmin bu hedefinin çerçevesine gittikçe daha fazla sıkışmış durumdadır. Hong Kong’da olan biten, Güney Çin Denizi, ticaret savaşı, teknoloji savaşları (özellikle Huawei), Kuzey Kore gibi parlama alanlarının yanına eklenen bir sorun haline geliyor. Uluslararası işçi hareketinin, emperyalizmin Çin’e başka konularda olduğu gibi bu alanda da müdahale etmesine izin vermemesi gerekiyor.
Hong Kong’da, emperyalizmin eli yukarıda sayılan alanlar kadar serbest değildir, saldırgan bir politika izlemesi kolay değildir. Bunun nedeni, 1997 anlaşmasının temelinde yatan mantıktır. Hong Kong, Çin’i emperyalizmin kontrolüne almayı hedefleyen emperyalist finans merkezidir. Hong Kong’a aşırı saldırgan bir politika ile yaklaşılması adanın bu işlevini ortadan kaldırır. Bu yüzden Hong Kong’da büyük ölçekli iş yapan bankalar da (HSBC, Standard Chartered vb.) kitle hareketini destekler gibi durmakla birlikte bir yandan da “kanun ve nizam”dan söz etmektedir.
1997 anlaşması, Hong Kong’un kendi yönetimi başvurduğunda Çin ordusunun adayı kontrol altına almak üzere harekete geçebileceğini öngörüyor. Nitekim Çin “Halk Kurtuluş Ordusu” (evet, hâlâ bu isimle anılıyor!) son zamanlarda Hong Kong’un komşusu Şenzen’de manevralar yapıyor, sopa gösteriyor. Çin’in bir tek köşesinde bile var olan demokratik hakları ÇKP’nin ezmesine onay verilmemelidir. ÇKP’nin Tien an Men olaylarından tam 30 yıl sonra benzer bir katliama girişmesine karşı çıkılmalıdır. Ancak emperyalizmin doğrudan bir müdahalesi söz konusu olduğunda Çin ordusunun işin içine girmesi haklı görülebilir.
Çünkü Hong Kong, Çin’dir. Aynen Tayvan ve (eski Portekiz sömürgesi olup 1999’da, Hong Kong’dan iki yıl sonra Çin’e “özel bölge” statüsüyle iade edilen) Makao gibi. Her kim Hong Kong’a bağımsızlık isterse o emperyalizmin oyununu oynamış olacaktır. Ama öte yandan, Çin “Komünist” Partisi kapitalist bir ülkeyi yönetiyor. Ortada artık “tek ülke, iki sistem” yoktur. “Tek ülke, tek (kapitalist) sistem, iki rejim” vardır. Proletarya sosyalistlerinin görevi, Hong Kong’un canlı ve mücadeleci kitle hareketini ayrıcalıklıların milliyetçiliğinden kopararak yeniden sınıf temelli bir harekete dönüştürmeye çalışmak ve bu sınıf temelli hareketi, son dönemde canlanan Çin Marksist hareketiyle birleştirerek kıtada olsun, adada olsun “tek (kapitalist) sistem”e karşı proletaryanın çıkarları uğruna mücadele etmektir.