Sanayi topun ağzında
İstanbul Sanayi Odası her yıl sanayi alanında en büyük 500 şirketi belirler, bunların üretim, ihracat, istihdam gibi alanlardaki paylarını, sektörlere dağılımını vb. ortaya koyar. Bu yılki 500 şirket açıklamasında tek bir nokta başka her konuyu geride bırakacak şekilde öne çıkıyor: Türkiye’nin tekelci sermayesi batmanın eşiğine gelmiş durumda.
Üç rakam
Sadece şu rakamlar, tablonun vahametini anlatmaya yeter. Birincisi, 500 büyük sanayi kuruluşunun finansman giderlerinin üretimden elde edilen kâra oranı bir önceki yıl yaklaşık % 50 iken bu yıl yaklaşık % 89’a fırlamış durumda. Kapitalistler krediyi gelecekte üretimi arttırarak daha fazla artı değer (kâr) elde etmek için alırlar. Bu yüzden de her yılın kârının belirli bir bölümünün faiz (finansman) giderlerine ayrılması olağandır. Ama dikkat edilsin. Bir şirket değil, on şirket değil, 500 şirket, üstelik de en güçlüleri, 2018 yılında üretim yoluyla elde ettikleri toplam kârın neredeyse tamamını finansman giderine ayırıyorlar. Yani geleceğin artı değerinden pay vermiyorlar bankalara, bugünün artı değerini olduğu gibi onlara devrediyorlar! Yani bankalara çalışıyorlar!
İkincisi, 500 büyük sanayi kuruluşunun toplam borçlarının bu şirketlerin özkaynaklarına (yani kısa yoldan söyleyecek olursak kendi sahip oldukları sermayeye) oranı 2014’te % 132 iken aradan geçen her yıl düzenli olarak artmış ve 2018’de % 203’e yükselmiş! Bu borçluluk oranı denebilir ki bir gizli iflas eşiğidir. Ya da başka biçimde söylersek ekonomideki daralma devam ettiği ölçüde bu şirketlerin bazıları çok ciddi şekilde iflas tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Unutulmasın, 2018 rakamı olan % 203 bir ortalamadır. Her ortalama kendinden daha yüksek, hatta bazen çok daha yüksek tekil oranları içerir. Bazı şirketlerin durumunu hayal etmek bile zordur.
Üçüncüsü, 500 büyük sanayi kuruluşunun mali borçları içinde kısa vadeli borçlar (yani bir yıl içinde ödenmesi gereken borçlar) % 45 oranına ulaşmıştır. Bu oran, son 10 küsur yıl içinde en yüksek düzeyine 2008 yılında, yani dünya çapındaki finansal kriz patlak verdiğinde ve Türkiye ekonomisi altı aylık bir süre için de olsa ağır bir daralma (% 6,5) yaşadığında yükselmişti: 2008 oranı bugünkünden de yüksekti, % 51,5’tu. Ama oran 2012’den itibaren hızla azalarak 2016yılında % 38 düzeyine düşmüştü. Şimdi büyük bir süratle yükseliyor, ihtimaldir ki 2019’da 2008 düzeyini geçer. Kısa vadeli borçların toplam borçluluk içindeki payının artması şu demektir: Ani bir sarsıntı yaşandığında, mesela dolar kuru geçen Ağustos ayında olduğu gibi çok hızla yükselip bu sefer yükseldiği düzeyde kalırsa, kısa vadeli borçlarını çeviremeyecek olan şirketler topu atacaktır.
Üç sonuç
Bu berbat manzaranın gösterdikleri açıktır. 2013-2014’ten itibaren her tür yöntemle suni olarak hayat verilen Türkiye ekonomisi (KDV muafiyeti, Kredi Garanti Fonu, baskı altında tutulan Merkez Bankası politika faizi vb.) 2018’de denizin tükendiği yere gelmiştir. O dönemde, ekonomi politikasının gevşekliğinden yararlanarak açılan saçılan, bol bol borç alan şirketler, şimdi kriz nihayet ekonominin daralmasına yol açınca ayakta kalmak için daha da fazla borçlanma arayışı içine giriyor. Öte yandan, Türk lirasının birkaç yıldır baş aşağı düşüşü, yabancı para cinsinden alınan borçları hızla büyütüyor. Ayrıca, kriz koşullarında (enflasyona ve kur oynaklığına da bağlı olarak) faiz oranlarının yükselmesi de kredi maliyetini doğal olarak arttırıyor. Reel ekonomideki gelişmeler ile finansal alandaki gelişmeler arasında sıkışan sanayi sermayesi de hızla çöküş menziline giriyor. Yani Türkiye sanayisi tam anlamıyla topun ağzındadır. Üstelik bunlar ekonominin en büyük, en güçlü, ayakta kalmak için ilave krediyi en kolay bulabilecek, devlet desteğinden en kolay yararlanabilecek firmalarıdır. Tekelci sermayeden söz ediyoruz! Siz KOBİ’lerin (küçük ve orta boy işletmeler) ve daha zanaat düzeyindeki küçük sanayi işletmelerinin ne durumda olduğunu hayal edin!
Bir başka sonuç şudur: Emperyalist çağda emperyalist ülkelerin ekonomisi ile sınırlı kalmayan, Türkiye’den Brezilya’ya, Hindistan’a, Güney Afrika’ya “yükselen ekonomiler” olarak bilinen yeni yetme kapitalist ülkelerde de geçerli olan finans kapital olgusu burada yüzünü bütün ağırlığıyla gösteriyor. Bir aile, kredi kartı, tüketim kredisi, eş dost, bakkal çakkal derken yıllık gelirinin % 200 oranında borçlanmış olsa, bütün alacaklılar üzerine çullanırlar, icra yoluyla paralarını almaya çalışırlar. Bir ülke, milli gelirinin % 200 oranında borçlanırsa, bütün dünya o ülkenin en azından moratoryum ilan etmesinin, yani ödemeleri durdurarak finans sistemini zora sokmasının eli kulağında olduğunu bilir, zorla İMF’yi ve Avrupa Birliği’ni görevlendirir, o ülke halkını acından kıvrandırma pahasına borçları azaltmaya girişir. (Bugün İtalya % 140 dolayındaki borcu ile bütün Avrupa’nın ve dolayısıyla dünyanın hop oturup hop kalkmasına yol açıyor. Nerede % 200?) Ülkemizin en güçlü sanayi kuruluşları yüzde 200 borca batmış. Ne olur bu durumda? Bu şirketler alacaklı bankalara yem olur. İşte finans kapital olgusu burada bütün haşmetiyle gündeme gelir: Bankalar sanayi şirketlerine (sahip olmadıkları durumda bile) hâkimdir! Ama bir şirket, on şirket batsa bankalar işlerini görürler de, 500 büyük şirket topun ağzında olunca, KOBİ’ler çökünce ne olur? Bankalar da çöker, iflas eder! Ancak burada “batmak için fazla büyük” (“too big to fail”) ilkesi devreye girer: Devlet, iflas etmesinler diye bankalara elinde ne var ne yoksa yedirir. Kimdir bu devletin parasını yiyecek olanlar? Adlarını bile nasıl söyleyeceğimizi bilemediğimiz kü en bi, ay en ci (ya da i n g) ya da “Garanti” adını taşısa da aslında be be ve a, Koç’un Yapı Kredi’deki ortağı Unicredito, Denizbank’ın sahibi Emirates en di bi, TEB’in yarıya yakının sahibi be en pe pe! Katar, Hollanda, İspanya, İtalya, Birleşik Arap Emirlikleri, Fransa bankalarına! Aslında Türkiye’de üç kamu bankası ve iki büyük özel banka dışında Bunun çaresini şimdiden hazırlamamız gerekmez mi? Banka sisteminde bir çöküntü yaklaşıyor. Ya işçinin, emekçinin sofrasından, sağlığından, çocuklarının eğitiminden kısıp yabancı bankaları besleyeceğiz ya da bankaları devletleştirecek, tek bir banka haline getirecek ve kâr için değil halkın ihtiyaçları için üretim yapmak üzere muslukları ele alacağız.
Üçüncüsü, işsizlik daha şimdiden tarihte görülen en yüksek düzeyine neredeyse tırmanmış durumda. Ama sanayide konkordato imiş, borç yapılandırması imiş, fabrika kundakçılığı yoluyla sigortadan para koparmak imiş, çeşitli yöntemlerle şimdiye kadar ayakta kalmak mümkün olmuşken, artık geniş çaplı iflaslar gündeme geliyor. Bu demektir ki, toplu işten çıkartmalar ufukta göründü. Burjuvazi bunun için dört buçuk yıllık seçimsiz dönemde “yapısal reformlar” istiyor. Bunun için kıdem tazminatının dişlerinin sökülmesini ve işçinin iş güvencesi olmaktan çıkartılmasını istiyor. Cumhur ve Millet ittifakları da, ittifak içinde ekonomiyi reforme etme yolunda vaatlerde bulunuyor. Türkiye ittifakı bunun için Erdoğan’dan sonra bambaşka politik eğilimde oyuncularca pompalanıyor.
Sendikalar ne yapıyor? Sol ne yapıyor? Yapılacak olan, yapılması gereken, işçi sınıfını örgütlemek ve masaya yumruğunu vurmasını sağlamaktır. Yoksa sanayi topun ağzında derken, işçi sınıfı ve emekçilerin hayatı berhava olacak.