Borçlu ama kul değil
Günümüz kriz koşullarında burjuvaların izledikleri neoliberal ekonomi politikalarının bir unsuru olarak (çeşitli sosyal yardımların yanı sıra) çalışanların borçlandırılmasının, emeğin örgütlenme koşullarını ve genel olarak sınıf siyasetinin zeminini zayıflattığı, çeşitli sol çevrelerde uzunca bir süredir savunuluyor. Bu iddiayı savunanlar bu sayede burjuvazinin krizi yönetebildiğini, işçi sınıfından gelebilecek toplumsal huzursuzluğun ve sistem karşıtı tepkilerin sindirildiğini ileri sürüyorlar. Hatta Türkiye’de AKP’nin iktidarını sürdürebilmesinin sırrının bile burada yattığını dile getiriyorlar. Acaba bu iddia ne ölçüde doğru?
Bizim cevabımız “popülist” politikalarla işçi sınıfının düzenle bütünleştiği iddiasının, sınıfsal bir analizle uzaktan yakından bir ilişkisinin olmadığı gibi, olguların sınavından bile geçemeyeceğidir. Bu iddia bize aslında işçi hareketi içinde her dönem savunucuları olan “ekonomizm” akımının güzel bir örneğini sunmaktadır. Nedir ekonomizm? Lenin dönemi Rus iktisatçılarının ifadesiyle “politikanın her zaman ekonomiyi itaatkâr biçimde izlemesi”. Oysa ekonomi ile politika arasında doğrusal, otomatik bir ilişki yoktur; politik alanın özgüllüğü söz konusudur. İşçiler kapitalizmin canlı olduğu ekonomik koşullarda sınıf mücadelesini yükseltebilecekleri gibi, durgun olduğu kriz koşullarında pekâlâ düşük düzeyde bir mücadele verebilirler; her ne kadar bu koşullar işçileri mücadele etmek zorunda bıraksa da. Her şey o dönemin somut koşullarında sınıf mücadelesinin güç dengelerine ve bu dengeleri değiştirebilecek iki unsura, işçi sınıfının örgütlülük düzeyine ve önderlik kapasitesine bağlıdır. Sınıf mücadelesinde geçmiş dönemin yenilgilerinden çıkılmasında da sermayeden ve devletten bağımsız bir politik hattın izlenmesinde de belirleyici olan unsurlar bunlardır. Bu çerçeveden olgulara baktığımızda karşımıza bambaşka bir tablo çıkmaktadır.
Son 20-30 senede kapitalizmin hem gelişkin hem de azgelişmiş olduğu ülkelerde çoğunluğunu emekçilerin oluşturduğu hane halkının borçluluğunun, tüketim kredilerindeki artışın bir sonucu olarak yükselmiş olduğu açıktır. Türkiye’den örnek vermek gerekirse, hanehalkı borcunun milli gelire oranı geçtiğimiz 15 senede yüzde 2’den yüzde 16’ya kadar yükselmiştir. Artış azımsanmayacak düzeydedir ancak gelişkin kapitalist ülkelerde bu oranın çok daha yüksek olduğunu da (bu arada Güney Kore’de ve Çin’de de) belirtelim. Söz konusu iddiadan hareket edecek olsak, tüm dünyada “kemer sıkma” politikalarıyla beraber yoksullaşan emekçilerin bir de artan borç yükü altında sistemin istikrarı doğrultusunda hareket ettikleri, mücadele etme kapasitelerinin aşınmış olduğu sonucuna varmamız gerekirdi. Oysa durum hiç de öyle değildir. Doğrudur, uluslararası işçi hareketi 80’lerden itibaren sınıfsal güç dengelerini sarsacak ağır yenilgiler (Büyük Britanya madenciler grevi ve başta SSCB olmak üzere bürokratik işçi devletlerinin yıkımı) yaşamıştır. Doğrudur, artan (kredi kartları vb.) borç yükü (çeşitli sosyal yardımlarla birlikte) emekçi kitlelerin görece daha “itaatkâr” davranmalarında bir ölçüde rol oynamıştır. Doğrudur, grev sayısına ve greve katılan işçi sayısına baktığımızda özellikle 80 sonrası dönemde bir durağanlık eğilimi söz konusudur. Birçok ülkede emeğin milli gelirden aldığı payın azalmış olması da bu eğilimin bir sonucudur. Ancak 2000 sonrası yıllara biraz daha ayrıntılı bakacak olursak Fransa’sından Almanya’sına, Çin’inden Güney Kore’sine kadar işçi eylemlerinde ciddi bir kıpırdanma, yıldan yıla şiddeti bir artan bir azalan dalgalanmalar göze çarpmaktadır. Bu ülke örneklerini tesadüfen vermedik. Söz konusu ülkelerde hanehalkı borcunun milli gelire oranı (hele Türkiye’ye kıyasla) oldukça yüksektir. Bununla birlikte bu ülkelerde emekçiler kriz koşullarında, düşen ücretler, artan işsizlik tehdidi, sendikasızlaşma ve ağırlaşan çalışma koşulları altında ve ağır borç yüküne rağmen (!) yürüyüşlerle, işyeri önünde direnişlerle, iş bırakma eylemleriyle, sokaklarda, grevlerle mücadeleye devam etmektedirler. Hanehalkı en borçlu ülkeler (Belçika, Danimarka, Norveç, Kanada, İspanya, Güney Kore) aynı zamanda grev nedeniyle iş günü kaybı en çok olan ülkelerdir. Hanehalkı borcunun milli gelire oranı yüzde 60’a yakın olan Fransa’da Macron’un akaryakıt zamlarını protesto eden “Sarı Yelekliler” sokaklarda isyan etmektedir, geçtiğimiz aylarda bu ülkede cereyan eden bir dizi grevi de hatırlayalım. Türkiye’de de 3. Havalimanı işçilerinden, Tariş işçilerine, Cargill işçilerinden Flormar işçilerine, grevleri yasaklanan metal işçilerine kadar direnişler ve mücadeleler artan baskılara rağmen devam etmektedir. Önemli olan, emekçileri birer tüketici ya da borçlu olarak ele alıp, neden düzene karşı mücadele vermediklerine değil, kapitalizmi yıkma gücüne sahip bir özne olarak ele alıp, farklı sektörlerde (kamusundan özeline, fabrikasından AVM’sine) verdikleri mücadeleleri ortak bir sınıfsal zeminde nasıl bütünleştirebileceğimize odaklanmaktır. Bunun yolu da birleşik işçi cephesini hızla inşa etmekten geçmektedir. Sol bahane üretmeyi bırakmalıdır.
Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Aralık 2018 tarihli 111. sayısında yayınlanmıştır.