Ruanda 1994: Bir Avrupa Birliği Soykırımı
“O ülkelerde bir soykırım yaşanması o
kadar da önemli bir şey değil.”
François Mitterrand,
Fransa Cumhurbaşkanı (1981-1995)[1]
Aşağıdaki yazı, Ruanda soykırımının 10. yıldönümünde, Gerçek gazetesinin öncülü olan İşçi Mücadelesi başlıklı yayınımızın eski dizisinin (kapaklı dizisinin) Mayıs-Haziran 2004 tarihli 12. sayısında yayınlanmıştır. Dönem henüz her şeyin derhal dijitalleştirildiği bir dönem olmadığı için yazı bugüne kadar dijital ortamda var olmamıştır. Bu yazıdan sonra, doğrudan doğruya Ruanda soykırımı konusunda başka yazılarımız da yayınlandı. Bunların en önemlisi 2021 yılında bir Fransız tarihçiler ekibinin kaleme almış olduğu ve soykırımın 27. yıldönümü vesilesiyle yayınlanan rapor hakkında yazdığımız yazıdır. Dün soykırımın 30. yıldönümü için yine bu sitede yayınlanan yazımız da doğrudan bu soykırımla ilgili üçüncü yazımız olmuştur. Ne var ki, bu yazılar arasında okuru en derinlemesine bilgilendiren, olayları bütünselliği içinde analiz eden yazı şimdi önünüzde olan yazıdır. Dün bir yazımız yayınlandığı halde, 20 yıl önce yayınlanmış bu yazıyı yayınlıyor olmamızın nedeni budur. Okur, 20. yüzyılın son soykırımını gerçekten anlamak istiyorsa, okunması gereken yazımız budur.
1994 yılının Nisan ayında ne yapıyordunuz? Yaşınız yetiyor da politika içinde idiyseniz, bu toprakların meseleleri dışında neyle ilgileniyordunuz? Örneğin Yugoslavya savaşlarıyla ilgileniyor olabilir misiniz? 1994 yılında bütün dünya Yugoslavya’daki “Sırp mezalimi” ile ilgilenirken kara Afrika’nın bağrında, Ruanda’da, 100 gün içinde bir milyon ila iki milyon insanın, genç yaşlı, kadın, erkek, çoluk çocuk demeden kelimenin gerçek anlamıyla “kılıçtan geçirildiğini” o dönemde duymuş muydunuz? O zamandan bu yana” zaman zaman hatırlıyor musunuz?
2004 Nisan ayı, Ruanda’da Tutsi etnik nüfusun Hutu etnik hakimiyetindeki devletin yönetiminde soykırımdan geçirilmesinin onuncu yıldönümü. Dünya bugün geriye hayret ve dehşetle bakıyor. Ünlü “uluslararası toplum”un 20, yüzyılın en büyük soykırımlarından birine parmağını bile kıpırdatmadan seyirci kaldığını, göz göre göre izin verdiğini konuşuyor. Gecikmiş bir özeleştiri havası var bu yeniden değerlendirmede. Ama yapılan tartışmalar genellikle işin köküne inmekten aciz. Çünkü mesele “uluslararası toplum”un, Birleşmiş Milletler ‘in (BM), ABD ve Avrupa devletlerinin bir “hatası”, en fazlasından yoksul Afrikalıların yaşadığı bir felâket karşısında sergilediği bir kalpsizlik olarak ele alınıyor. Oysa, gerçek çok daha vahim. Bir dizi yazarın 1994’ten beri kahramanca anlatmaya çalıştığı ve iki önemli uluslararası kurumun daha sonra hazırladığı raporlarda da ifade edildiği gibi[2] Ruanda soykırımı sadece iki Afrikalı etnik grup arasında yaşanmış bir karabasan değil. Ruanda soykırımı, başından sonuna Fransa’nın destek ve kontrolünde yürütülen bir katliam. Ruanda soykırımı, Türkiye’deki solun çok geniş kesimlerince demokrasi, barış, insancıllık timsali olarak görülen ve gösterilen Avrupa Birliği’nin merkezî güçlerinden birinin yarattığı bir soykırım.
Soykırımdan on yıl sonra Fransız devleti ve o dönemdeki sorumlular hâlâ cezasız kalmış durumda. Oysa tarihsel gerçeği ortaya çıkarmak, gelecekte başka halkların katliamdan, soykırımdan korunabilmesinin ilk koşuludur.
Soykırımin soykütüğü
19. yüzyıl sonunda Afrika’da sömürgeleştirme dalgasında önce Almanya’nın eline geçen Ruanda, daha sonra büyük komşusu Kongo ile birlikte Belçika’nın sömürgesi haline gelir. II. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan dekolonizasyon dalgası bağlamında Belçika, 1962 yılında, dünya ile alay edercesine “vesayet altında devrim” adını verdiği bir süreç içinde iktidarı yakın adamı Kayibanda’ya aktarır. Hutu etnik grubunun çoğunluk, Tutsilerin ise azınlık olduğu ülkede, Kayibanda bütünüyle Hutu ırkçılığına yaslanan bir yönetim kuracaktır. Belçika, sömürgeci dönemin ardından Ruanda’daki hakimiyetini bu ırkçı sisteme dayayacaktır: sömürge ordusu “Parmehutu” adı verilen ırkçı sistemin emrindedir.
1973’te Kayibanda’yı kanlı bir darbe ile deviren Habyarimana da Hutu ırkçılığına dayanan sistemi sürdürür. Ruanda ordusu FAR yasal hükümler gereği sadece Hutulardan oluşan etnik bir ordudur. Subayların Tutsilerle evlenmesi bile yasaklanmıştır. Bu bütünüyle ırkçı sistem Batı “uygarlığı”nın da desteğini almaktadır. İktidar partisi MRND Hristiyan Demokrat partilerin (tabii bu arada Belçika’da en güçlü partilerden biri olan aynı adlı partinin) mensubu olduğu uluslararası örgütün üyeliğine kabul edilir.
1979’da Kayibanda döneminde yaşanan Tutsi katliamlarından kaçanların çocukları, daha sonra Habyarimana baskısından kaçanlarla birleşerek sürgünde Ruanda Yurtsever Cephesi (FPR) adlı bir örgüt kurarlar. FPR’nin çoğunluğu Tutsilerden oluşmakla birlikte, bu siyasi güç etnisizme karşıdır, Panafrikanizm (Afrika birliği) taraftarıdır. Zaten üyeleri arasında birçok Hutu da bulunmaktadır. FPR Habyarimana diktatörlüğüne karşı silahlı mücadele başlatır. Bu mücadelede Belçika ordusu elbette rejimin yanında yer almıştır
Ne var ki, Belçika Ruanda’nın eski sömürgeci gücü olduğundan dolayı Belçika’nın demokratik kamuoyu ülkeyi iyi tanımaktadır. Belçika ordusu kendi kamuoyunun baskısıyla 1990’da Ruanda’dan çekilmek zorunda kalır. Bu fırsattan yararlanarak Ruanda üzerinde hakimiyetini arttırmak isteyen Fransa rejimin yanında iç savaşa katılır. Ne var ki, büyük Fransız desteğine rağmen FAR, FPR karşısında üst üste yenilgiye uğrar. Sonunda 1993 Ağustos’unda (Fransa’nın bütün sabotaj çabalarına rağmen) Tanzanya’nın Aruşa kentinde iki taraf bir anlaşma imzalar. Aruşa anlaşmasına göre iktidar bundan böyle iki taraf arasında paylaşılacaktır. FPR’nin askeri güçleri FAR’la birleşecektir. 1994 başında BM, geçiş sürecini gözetlemek üzere ülkeye bir barış gücü gönderir.
Ancak 6 Nisan 1994 günü ani bir sarsıntı yaşanır. Başkan Habyarimana’nın uçağı başkent Kigali’nin havaalanına inerken patlar, Habyarimana hayatını yitirir. Sabotajı kimin yaptığına ilişkin günümüzde bile hâlâ bir açıklık yoktur. Ama olaydan on beş dakika sonra katliam başlar. MRND’nin aşırı kanadı iktidarı ele geçirerek, 36 saat içinde, kadın başbakan da dahil, Hutu muhaliflerden ve Tutsi aydınlarından başlayarak birçok insanı öldürtür. Bu aşırı kanadın hakimiyetinde bir Geçici Hükümet kurulur. Bunu izleyen üç ay boyunca Ruanda’yı bu hükümet yönetecektir.
Hutu muhaliflerin ve Tutsi aydınlarının hızla temizlenmesiyle birlikte soykırımın önü açılır. Bunu izleyen 100 gün içinde yüzbinlerle, milyonlarla Tutsi ülkenin her köşesinde machete adı verilen, tarımda kullanılan kılıç türü bıçakların yanı sıra, çekiçler, her türlü ateşli ve ateşsiz silah kullanılarak katledilir. Tutsilerin Hutulardan ayrılabilmesi, sömürge yönetiminin böl ve yönet politikası uyarınca geliştirdiği etnik fişleme sayesinde kolaylaşmıştır. Habyarimana rejiminin 1991 nüfus sayımı da bu kayıtları güncelleştirmiştir. Yani her ne kadar az sayıda Hutu muhalif de katliamdan nasibini almış olsa da, katliamın hedefinin Tutsi azınlığın kırılması olduğu, yani bir soykırım ile karşı karşıya olduğumuz hiçbir biçimde tartışma götürmez.
Ruanda soykırımında hayatını yitirenlerin sayısı elbette kesin olarak bilinmemektedir. BM’nin hesapladığı sayı 1 milyon dolayındadır. Buna karşılık, bağımsız kaynakların hesaplamaları sayının 1,5-2 milyon arasında bir düzeye yükselebileceğini göstermektedir. Soykırımın bütünüyle planlı biçimde ve taammüden işlendiği, katliamın Habyarimana’nin ölümünden on beş dakika sonra başlamasından, Şubat ayı machete ithalatının bütün 1993 yılı ithalatından fazla olmasına kadar bir dizi gösterge tarafından ortaya konulmaktadır. Nihayet, önemli bir noktanın altını çizmek gerekir: her ne kadar büyük Hutu kitleleri, histerik bir saldırganlık dalgası içinde soykırıma katılmış olsa bile, soykırımın Geçici Hükümet tarafından planlanıp yürütüldüğü konusunda hiçbir kuşku yoktur. Nitekim, Geçici Hükümetin başbakanı olan Jean Kampanda, soykırım suçlarını araştırmak üzere BM tarafından kurulan Uluslararası Ruanda Ceza Mahkemesi tarafından Eylül 1998’de Mahkeme’nin öngördüğü en büyük ceza olan hayat boyu hapisle cezalandırılacaktır.
Soykırım ancak Temmuz ortasında, yani başlangıcından yüz gün sonra, FPR güçleri başkent Kigali’ye girerek iktidarı ele geçirdiğinde sona erecektir.
“Uluslararası topluluk” ne yapıyordu?
Son yıllarda, daha doğrusu birinci Körfez Savaşı’ndan (1991) bu yana, dünyanın dört bir köşesinde yaşanan bir dizi olay karşısında kendine “uluslararası topluluk” adını takmış olan emperyalist ülkeler grubu, ahlakın ve erdemin yeryüzündeki sözcüsü rolüne soyunmuş bulunuyor. Her yerde kendilerinin tanımladığı kötülüklerle mücadele onların hakkı ve görevi. Saddam gibi bir “Hitler”i onlar cezalandırıyor. Miloşeviç’e onlar “dur!” diyor. New York’ta üç bin kişiyi katleden El Kaide’yi onlar cezalandırıyor. Onlar iyiliğin, cezalandırdıkları güçler ise şerrin temsilcisi. Peki, bu iyilik perileri, Ruanda’da en az bir milyon sıradan insan kılıçtan geçirilirken neredeydiler?
Yukarıda belirtildiği gibi, BM 1994 başında Aruşa anlaşmasının barış içinde uygulanabilmesi amacıyla Ruanda’ya Kanadalı general Dallaire yönetiminde, merkezî gücü Belçikalı askerlerden oluşan 2700 kişilik bir barış gücü (MINUAR) gönderir. Dallaire soykırımın başlamasından bir ay önce ciddi bir istihbarat alır: rejimin uç unsurlarınca büyük bir katliam hazırlanmaktadır. Dallaire bunu BM merkezine bildirir. O sırada BM’nin barış gücü operasyonlarından sorumlu genel sekreter yardımcısı, bugünün genel sekreteri Kofi Annan’dan başkası değildir! Kofi Annan, istihbaratın ciddiliğine rağmen. Dallaire’e “sen karışma!” diye talimat gönderir. Aynı talimatı 7 Nisan’da, yani katliamın başladığı günün ertesinde de verecektir. Kendisi de Afrikalı olan Annan, soykırımın sonuna kadar bu tavrını sürdürecektir!
Soykırım başladıktan sonra, Dallaire, olayların vahameti karşısında MINUAR’ın 5 bin askere çıkarılmasını talep eder. Ama tam tersi olacaktır! Katliamcıların barış gücünü ülkeden kaçırmak üzere on Belçikalı askeri öldürmesi üzerine Belçika askerini çekmeye karar verir. Bunu tek başına yapmamak için de BM’de ABD’nin desteğini ister. 21 Nisan’da, soykırımın on beşinci gününde, BM Güvenlik Konseyi MINUAR’ın gücünü %90 azaltarak mevcudunu 270 askere indirir! Oysa bundan iki gün önce, ABD merkezli insan hakları kuruluşu Human Rights Watch ölü sayısinın100 bine ulaştığını açıklamış, BM’yi “soykırım” saptaması yapmaya çağırmıştır.
Bu çağrı karşısında, BM yetkililerinin ve büyük devlet temsilcilerinin tavrı yüz kızartıcıdır. ABD’nin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü, gazetecilerin soruları karşısında, soykırım saptamasını yapmadan önce durumu “iyi araştırmak” gerektiğini belirtir. Oysa durum BM’nin ülkedeki temsilcileri tarafından apaçık bilinmekte ve merkeze bildirilmektedir. “Soykırım” tanımından katliamın bitimine kadar kaçınılmasının nedeni, yine ABD’nin Savunma Bakanlığı bünyesinde hazırlanan bir tartışma belgesinde açıklıkla ortaya konulmuştur: “Soykırım” teşhisi, ABD’nin “bir şeyler yapmasını zorunlu hale getirebilir.” Yani ABD müdahale etmek istemediği için, soykırımı görmezlikten gelmektedir.
Bu tavır soykırımın sonuna kadar sürecektir. Ancak Temmuz ayında BM Fransa’ya sözde “insancıl” amaçlarla Turkuaz Harekâtı adı verilen bir operasyona girişme konusunda olur verecektir. Ama birazdan göreceğimiz gibi iş işten geçtikten, en az bir milyon Tutsi hayatını yitirdikten sonra düzenlenen bu operasyonun amacı “insani” değildir, bambaşkadır.
BM, soykırımın ancak beşinci yıldönümünde, Nisan1999’da hatasını kabul edecektir. Bu arada Uluslararası Ruanda Ceza mahkemesi kurulmuştur, ama olanakları neredeyse kasıtlı olarak kısıtlanmış bir mahkemedir bu.
BM Güvenlik Konseyi’nde yuvalanmış büyük emperyalist güçler ve yardakçılarından oluşan “uluslararası topluluk” bu yeryüzünde erdemsizliğin ve ahlaksızlığın temsilcisi olduğunu Ruanda olaylarıyla kanıtlamıştır. Namuslu bir adam olan general Dallaire aradan on yıl geçtikten sonra bugün hâlâ, kitap yazarak, Ruanda ‘ya giderek, demeçler ve görüşmeler vererek “uluslararası topluluğun” soykırımdaki rolünün hesabını sormaya devam etmektedir.
BM’nin aldığı tavırda çeşitli ülkelerin saiklerini incelemek bizi bu yazının amaçlarından uzaklaştıracaktır. Ama 1991’den beri dünyanın ahlâk hocası kesilmiş olan ABD’nin Ruanda’daki soykırıma neden seyirci kaldığına kısaca değinmek gerekir. ABD’yi BM’nin müdahalesi konusunda isteksiz kılan üç temel neden vardır. Birincisi, Somali yenilgisidir. ABD, 1993’te sözde savaş ağalarının Somali halkına karşı işlediği suçlara engel olmak için, gerçekte ise Doğu Afrika’da bir köprü başı elde etmek için Somali’ye bir BM gücünün başında asker yollamıştır. Ama Eylül 1993’te, yani Ruanda soykırımının başlamasından sadece altı ay önce, 18 ABD askerinin cesedinin Mogadişu sokaklarında sürüklenmesi, ABD’nin Somali’den apar topar tam bir bozgun havası içerisinde çekilmesine yol açmıştır. Bu ortamda Ruanda’ya müdahale normal zamanlara göre daha zordur.
İkinci bir neden Ruanda’nın bir kara Afrika ülkesi olmasıdır. Bu kadar büyük bir soykırım Avrupa’da (örneğin Yugoslavya’da!), Avustralya’da, Doğu Asya’da, hatta Ortadoğu veya Latin Amerika’da olsaydı, “uygar” dünyanın gözlerini yumması mümkün olmazdı. Ne olacak, ölenler siyahilerdir, “zenciler”dir, Amerika’nn “nigger” diye aşağılamış olduğu ırktan insanlardır. Yani Ruanda’nın görmezlikten gelinmesinin bir başka nedeni de ABD’nin (ve bütün Batı’nın) sisteme içkin ırkçılığıdır.
Ama esas neden başka yerde yatmaktadır. Afrika, özellikle bazı bölgeleri, kara kıtanın iki büyük eski sömürgeci gücünden biri olan Fransa’nın av alanıdır! ABD’nin burada yapabileceği herhangi bir manevra, Fransa ile bütünsel ilişkilerinin genel çerçevesi ile sınırlıdır. Öyleyse, şimdi Fransa’nın Ruanda soykırımındaki konumuna bakalım.
Ama ondan önce o dönemin ABD başkanı Clinton’ın şu skandal açıklamasına bir göz atalım. Tarih 25 Mayıs’tır. Bu sırada soykırımda katledilmiş insan sayısı 400 bini bulmuştur. Clinton nihayet konuşur ve şöyle der: “Dünyanın herhangi bir yerinde etnik çatışmalara müdahale edip etmeyeceğimiz, son tahlilde bu konunun Amerikan çıkarlarının bütünü içinde taşıdığı ağırlığa bağlı olmak zorundadır.”
O zaman Clinton’ın 1999’da güya Kosova Arnavutlarının korunması için Yugoslavya’ya açtığı savaşın ardında Amerikan çıkarlarının var olduğu sonucuna ulaşmak çok mu zorlama olur acaba?
Fransa’nın suç ortaklığı
Şu ana kadar yaptığımız iki temel saptama var, Birincisi, Ruanda’nın Hutu ırkçı hükümeti Tutsi azınlığa karsı planlı bir soykırım yürütmüştür. İkincisi, ABD ve BM katliam sırasında “üç maymun”u oynamıştır. Ama buraya kadar saptanan bu noktalar son derece yetersizdir. Birinci nokta, tek başına alındığında “geri” Afrikalıların (aynen örneğin “geri” Balkan halkları gibi) birbirlerini boğazladığı sonucuna ulaşmak için bir temel olarak kullanılabilir.[3] İkinci noktaya gelince, aslında dünya polisi olması gereken emperyalist güçlerin bu vakada görevini yapamadığını ya da yapmadığını söylemekten başka bir şey değildir bunu söylemek. Her ne kadar iki saptama da doğruların ortaya çıkması açısından büyük önem taşısa da, işin esas gerçeğini gözden saklar bu yaklaşım. Emperyalist ülkelerdeki “duyarlı çevreler” soruna hep böyle yaklaşır. Oysa sorun çok daha derinde yatmaktadır ve bunu ancak Marksistler ve gerçek anti-emperyalistler ortaya koyabilir. Bu derin gerçek şudur. Ruanda soykırımı Fransa’nın, çıkarları dolayısıyla destek verdiği bir katliamdır. Yani soykırım sadece “geri” Afrikalıların ürünü değildir. “Uygar” Batı dünyasının da işidir. Ruanda soykırımının ardında emperyalizmin Afrika kıtası üzerindeki yıkıcı etkisi yatmaktadır. Demek ki, Batı dünyası uluslararası ahlâk polisi olmak bir yana, katillerden biridir!
Bunun kanıtları Ruanda soykırımı üzerine yazılmış eleştirel literatürde ayrıntısı ile yer almaktadır. Her şeyden önce, Fransa soykırımı önceleyen dört yıl boyunca Hutu ırkçısı rejimin arkasında durmuştur. Rejimin etnik temelde örgütlenmiş silahlı kuvvetlerini (FAR) bu dört yıl boyunca FPR ‘ye karşı savaşmak üzere eğitmekle kalmamış, mali yardım ve benzeri destek yöntemleriyle bu orduyu dört yıl içinde 5300 askerden 40 bin askerlik bir güç haline getirmiştir. Fransa’nın bütünüyle Habyarimana’yı ve FAR’ı desteklediği bu dönem içinde sivillere yönelen katliamlar, “Perşembenin gelişi Çarsambadan belli” dedirtecek kadar daha sonraki soykırımın ön habercisi niteliğindedir. Ama bunların hiçbiri Fransa’yı Habyarimana’yı desteklemekten alıkoymamıştır.
Aslında FAR ile FPR arasındaki savaşa tam da bir iç savaş demek zordur. Çünkü Fransa FAR’ı parasal olarak desteklemek, eğitmek, istihbarat desteği vermek vb. faaliyetlerle yetinmemiştir. FPR’yi iki kez Kigali kapısından geri çekilmeye zorlayan, Fransa’nın üstün hava ateş gücü olmuştur. Bu dönemde bazı Fransız askerlerinin FAR üniforması giydiğine dair tanıklıklar bile mevcuttur. Fransa, Panafrikanist FPR’ye karşı öylesine düşman, öylesine kraldan daha kralcıdır ki Habyarimana’ya baskı yaparak Aruşa barış anlaşmasını engellemeye dahi çalışmıştır.
Soykırıma geldiğimizde, Fransa’nın soykırımın planlanmasından ve eşgüdümünden haberdar olmaması düşünülemez dahi. Ruanda istihbarat servisi adına telefonların dinlenmesi Fransız uzmanların teknik kapasitesine devredilmiş durumdadır. İki ülkenin istihbarat örgütleri iç içe çalışmaktadır. Dolayısıyla, MINUAR komutanı general Dallaire’in bile istihbaratını aldığı soykırım hazırlıklarını Fransa’nın daha önceden öğrenmemiş olması olanaksızdır. Ama Fransa Nisan öncesinde soykırımı engellemek için hiçbir girişim yapmamıştır. Bu bir yana, Fransa’nın soykırım öncesinde iktidar partisi MRND’nin milislerini ve interahawme olarak bilinen katiller çetesini (bu sözcük “topluca öldürenler” olarak çevrilmektedir) eğitmiş olduğu bilinmektedir.
Ama iş bununla da kalmıyor. Fransa, bütün soykırım dönemi boyunca, katliamın örgütleyicisi Geçici Hükümeti politik ve askeri olarak desteklemiştir. Daha da ötede, Geçici Hükümet Fransa büyükelçiliğinde kurulmuştur! Nihayet, Fransız askeri güçlerinin soykırıma (en azından yardımcı güç olarak) katıldığına dair tanıklıklar vardır. Bu tanıklardan biri, soykırım başlamadan önce Fransız misyonunda çalışmakta olan bir Tutsi kadındır. Bu kadın Fransız askerlerinin barikatlarda etnik kimlik kontrolü yaptığını gördüğünü, barikatların yakınında Fransız askerlerince kullanılan barakalardan tecavüze uğrayan Tutsi genç kızların çığlıklarını duyduğunu, Fransız askerlerinin interahawme’yi eğittiğini bildiğini söylemektedir. (Fransa, askerlerini Aruşa anlaşması gereğince Aralık 1993’te ülkeden çekmişti. Ama geride uzmanlar ve özel timler bırakarak. Burada sözü edilen bu askerlerdir.)
Fransız devletinin bütün eleştiriler karşısında savunma bâbında söylediği, soykırımı delirmiş Hutu kitlelerinin gerçekleştirdiği, hükümetin ise olayların boyutu karşısında çaresiz kaldığı olmuştur. Oysa hem soykırımın gelişmesinin bütün ayrıntıları, hem general Dallaire’in hükümet ve adamlarına ilişkin anlattıkları, hem de Uluslararası Ruanda Ceza Mahkemesi’nin, yukarıda belirtildiği gibi, Geçici Hükümet’in en önde gelen sorumlusu başbakanı suçlu bularak hayat boyu hapis cezasına çarptırması, Fransa’nın bu tezinin gerçeklere bütünüyle aykırı olduğunu gösteriyor.
Yukarıda belirtmiş olduğumuz gibi, Fransa üç ay boyunca parmağını kıpırdatmadan olan bitene seyirci kaldığı halde Temmuz ayında BM onaylı bir operasyona girişmiştir. Bu operasyon “insani” amaçlı olarak sunulmuştur, ama amaç bambaşkadır: FPR’nin başkenti ele geçireceğinin anlaşılması dolayısıyla soykırımın üst düzey sorumlularını korumak, bunlardan hesap sorulmasını engellemek. Burada amaç, sadece Hutu önderleri korumak değil, Afrika’nın gerici rejimleri arasında Fransa’nın eline bakan liderlere de güvence sağlayarak ilişkileri sağlam tutmaktır. Fransa, geçici Hükümet ve hempalarının Zaire’ye güvenlik içinde ulaşmaları için çabalamış, hiçbirini tutuklamamıştır. Oysa uluslararası hukukta soykırıma karşı her devletin görevleri arasında zanlıları tutuklamak da vardır. Fransa bu görevleri de yerine getirmemiştir.
Fransa’nn soykırımcı hükümete verdiği destek o kadar açıktır ki, MINUAR komutanı general Dallaire soykırım sürerken Fransa’yı, bu ülkenin uçakları Ruanda hükümetine silah taşımaya devam ederse bunları düşürmekle tehdit etmiştir! Düşünün, BM temsilcisi Kanadalı bir komutan, Fransa gibi en büyük emperyalist güçlerden birini tehdit edecek kadar çileden çıkıyor!
Geriye Fransa’nın neden bu kirli işe giriştiği kalıyor. Bu yazının sınırları içinde kısaca özetlemeye çalışalım. Fransa Afrika’da, Britanya ile birlikte en önemli eski sömürgeci güçtür. Batı ve Kuzey Afrika ülkeleriyle birlikte, bugün kendisiyle birlikte AB içinde kader ortaklığı yapmış olan Belçika’nın eski sömürgelerinde de çok güçlü emperyalist çıkarları vardır. Bu çıkarlar arasında Afrika’nın petrol ve madenlerinin üretim ve dağıtımında önemli bir rol oynayan kamu kesimi şirketleri (Elf, Fina, Total) de önemli bir yer tutar. Bu şirketler, Fransız devletinin desteği ile, yolsuzluğa batmış, gerici bir dizi Afrika rejimini kendi avuçlarının içine almışlardır. Sömürgecilik sonrasında Fransa’nın kurmuş olduğu bu ilişkileri inceleyen kapsamlı bir literatür mevcuttur.[4] Bu ilişkilerde Fransız silahlı kuvvetlerinin kurmuş olduğu askeri ittifakların son derece büyük bir önemi vardır. Fransa’nın ittifak içinde olduğu bir rejimin çökmesinin zincirleme etkisi kolay tahmin edilemeyecek sonuçlara yol açabilir.
Üstelik Ruanda Hutular ile Tutsilerin yaşadığı tek ülke değildir. Ruanda’nın kaderi aynı zamanda Burundi ve daha da önemlisi büyük doğal zenginlikleriyle Afrika’nun kalbinde çok önemli bir ülke olan Kongo açısından da belirleyici olacaktır. Dolayısıyla Fransa’nın Ruanda’da izlediği politika, bütün Orta Afrika’daki, hatta kısmen Doğu Afrika’daki gücü ve konumunu belirleyecektir.
Nihayet, Afrika’da 1990’lı yılların başından bu yana emperyalistler arası rekabet kızışmaktadır. Nasıl AB, ABD’nin “arka bahçesi” olarak gördüğü Latin Amerika’ya (özellikle İspanyol sermayesinin Aznar dönemindeki agresif politikası temelinde) nüfuz etme çabası içinde ise, ABD de Afrika kıtasının geleneksel güçleri olan Avrupalı emperyalistlerin etkisi aleyhine kendi nüfuzunu arttırmaya çalışmaktadır.[5] Fransa’nın Ruanda’daki aşırı politikasını bir de bu ışık altında görmek gerekir.
İşte bütün bu nedenlerden dolayı, Fransa Ruanda soykırımının tam anlamıyla suç ortağı olmuştur.
Sosyal demokrasinin kanlı elleri
Artık bu yazının başında yer alan alıntıya dönmenin zamanıdır. Ruanda gibi Afrika ülkelerinde soykırımın vakayı âdiyeden olduğunu, kamu önünde olmasa bile çalışma arkadaşlarıyla konuşurken söyleyebilen François Mitterrand kimdir? Sosyalist Parti üyesi Mitterrand, 1981 ve 1988’de iki kez cumhurbaşkanlığına seçilmiş. 1995’de görev süresini tamamladıktan kısa bir süre sonra ölmüştür. Ruanda olayları sırasında yakın çalışma arkadaşlarına özel olarak sarf etmiş olduğu bu sözler, ölümünden sonra yayınlanmıştır. (Mitterrand’ın sözlerini aktaran Le Figaro’nun Fransa’nın en büyük ve ciddi sağ eğilimli gazetesi olduğunu hatırlatmakta yarar var.)
Yani Mitterrand bir sosyal demokrattır. Hem de sıradan bir sosyal demokrat değil. Bir bakıma, Fransız sosyal demokrasisinin amiral gemisi sayılabilir Mitterrand. On dört yıllık cumhurbaşkanlığı döneminde bu partiyi, Fransa’nın iki büyük partisinden biri (öteki Golist partidir) haline getirme başarısı göstermiş bir tarihsel önderdir. İşte bu önemli şahsiyettir bu ırkçı sözleri söyleyen.
Ne var ki, Mitterrand Ruanda’daki soykırımı sadece önemsememiş değildir. Bu soykırımdan kendisi doğrudan doğruya sorumludur. Habyarimana rejimi ile Fransa arasındaki ilişkilerin sıkı fıkı hale gelmesinde Mitterrand’ın önemli bir rolü vardır. Sadece o dönemde cumhurbaşkanı olduğu için değil. Denebilir ki, bu soykırım Mitterrand için bir “aile meselesi”dir. Mitterrand’ın oğlu Jean-Christophe Mitterrand 1990 yılında Fransız Cumhurbaşkanlığı’nın Afrika işlerine bakmaktadır. Habyarimana’nın oğlu da mahdumun yakın dostudur. Fransa’nın FPR’ye karşı Habyarimana rejiminin yanında savaşa girmesini ayarlayan işte bu iki genç kurt olmuştur. İlişkiler o kadar ileri gitmiştir ki, Habyarimana’nın suikaste uğrayan uçağı (ne ironi!) baba Mitterrand’ın “hediyesi”dir!
Mitterrand’ın Ruanda’da soykırımı banalleştiren sözleri Le Figaro’da yayınlanır yayınlanmaz kıyamet kopmuştur. O güne kadar bir avuç aydının ve devrimci Marksist hareketin Fransa’nın soykırımdaki suç ortaklığını duyurma çabası sağır kulaklara çarpmış iken, bütün Fransa bu meseleyi tartışmaya başlar. Bunun üzerine, parlamentoda çoğunluğa sahip olan sosyal demokratlar bir meclis komisyonu kurdurmak zorunda kalırlar. Sosyalist Parti’nin önde gelenlerinden Paul Quilès’in başkanı olduğu bu komisyon, çeşitli yöntemlerle gerçeği ortaya çıkarmaktan çok gizlemek için çabalamış, 1998 yılının sonunda soruşturmayı büyük bir hızla tamamlayarak Fransız devletini akladığını ilan etmiştir.[6] Burada biraz fazla aceleci davrandığı, ertesi yıl Human Rights Watch’ın, 2000 yılında ise Afrika Birliği Örgütü’nün Fransa’yı açıkça suçlu konuma düşüren raporları yayınlandığında ortaya çıkacaktır.
İşte sosyal demokrasinin kirli elleri! Fransız sosyal demokrasisi Cezayir’den Kosova’ya sayısız suçtan sabıkalıdır Ama Ruanda soykırımında ve bu soykırımın üstünün örtülmesinde oynadığı rol, sabıka kaydı zaten ağır olan bu hareket için bile yüz kızartıcı bir nitelik taşıyor.
Sonuç
Ruanda soykırımı, elbette her şeyden önce insani bir sorun. 1994 yılının Nisan-Temmuz ayları arasında katledilen kadın-erkek, bebek-yaşlı bir milyon masum Tutsinin hesabını bütün dünyanın kendi kendine vermesi gerekiyor. Ne var ki, bu korkunç felaketin politik boyutları ihmal edilirse, Ruanda tipi kâbusları gelecekte de tekrar ve tekrar yaşayabiliriz. Bu yazıda ortaya konulan olgulardan çıkan sonuçları teker teker ve gayet yalın olarak toparlamalıyız.
Birinci, Türkiye de bizim için en önemli sonuç. AB’nin karakteri ile ilgilidir. Çünkü unutulmasın, Fransa (Almanya ile birlikte) AB’nin en önemli iki kurucu unsurundan biri. AB hayranları bu yükselen emperyalist dev için neler neler söylüyorlar! AB daha insancıl bir toplumu temsil ediyor onlara göre. Alın size AB’nin insancıllığı! AB barışçılığı temsil ediyor onlara göre. İşte barışçılık! AB demokrasiyi temsil ediyor onlara göre. Bir soykırımın sorumlularını bile ortaya çıkarmaktan aciz nasıl bir demokrasi bu? Son Irak savaşı dolayısıyla, Fransa ve Almanya kendi çıkarlarına uymadığı için ABD’nin politikasına yalpalaya yalpalaya karşı çıktığında AB’nin ABD’ye alternatif olduğunu düşünenler, bir an durup yeniden düşünmek isterler mi? Ruanda söz konusu olduğunda ABD bile AB’ye (Fransa’ya) göre ehven-i şerdir! ABD sadece emperyalist ortağını teşhir etmekten ve engellemekten kaçınmıştır. Fransa ise soykırımın kanını elinde taşımaktadır.[7]
İkincisi, Uluslararası Ruanda Ceza Mahkemesi’nin yarım yamalak faaliyetleri, Ruanda soykırımının suçlularını cezalandırma kapasitesine sahip değildir. Fransa devleti ve sorumluları hâlâ hiçbir ceza görmemişlerdir. Suçlunun cezasız kalması, yeni gerici darbelere, yeni soykırımlara kapı açmaktadır. Fransa, Ruanda soykırımından sonra bu sefer de Kongo-Brazaville’de soykırımcı Hutu milislerinin ve Fransız paralı askerlerin gücüyle Elf-Total-Fina’nın adamı Sassu Nguesso’yu bir darbe ile iktidara geçirmiştir. Bu arada sivil halktan 50 bin kişi ölmüş, on binlerce kadına tecavüz edilmiştir! Kongo’da ise bugün gözümüzün önünde dehşet verici bir sivil katliamı devam etmektedir ve “uluslararası topluluk” bir kez daha olan biteni sessiz sedasız izlemektedir!
Üçüncüsü, son dönemde yoksul dünyada yaşanan savaşlar konusunda Batı kaynaklı (ırkçı) açıklamalar, Yugoslavya’dan sonra Ruanda’da da yalanlanmaktadır. Aynen Yugoslavya’da olduğu gibi, emperyalist dünyanın hâkim güçleri Ruanda’da da Hutular ile Tutsiler arasında “ezeli düşmanlık” hikayeleri uydurmuşlardır. Oysa her iki durumda da emperyalist çıkarlar savaşların patlak vermesinde ve vahim boyutlara ulaşmasında çok büyük rol oynamıştır. Yugoslavya için bir dizi kaynak bunu açıklıkla ortaya koymuştur.[8] Ruanda iç savaşının ve soykırımın ardında da önce Belçika’nın, sonra Fransa’nın güttüğü emperyalist hakimiyet politikalarının büyük etkisi vardır.
Dördüncüsü, “uluslararası toplumun” Ruanda soykırımı karşısında sessiz kalması, emperyalist güçlerin dünyada iyiliği, ahlakı, erdemi temsil ettikleri iddialarını yerle bir etmektedir. Ruanda bu konuda tek örnek de değildir. 1999’da emperyalizmin müttefiki Endonezya’nın Doğu Timor’da yürüttüğü katliam, aynı boyutlara ulaşmamakla birlikte, yine benzer bir senaryonun ürünü olmuştur. Emperyalizm sadece çıkarlarına uygun olduğu takdirde savaşları, katliamları, baskıcı rejimleri vb. bahane etmekte, başka durumlarda ise tam tersine olan bitene göz yummakta, hatta canileri desteklemektedir.
Beşincisi, bütün bunlar yapılırken dünya halklarının nasıl aldatıldığı da burada ortaya çıkmaktadır, 1994, tam da Yugoslavya konusunda Batı sisteminin bütün dünyayı ayağa kaldırdığı dönemdir. “Sırp mezalimi” aylarca, yıllarca gazete manşetlerinden, televizyon haberlerinden eksik olmamıştır. Yugoslavya savaşlarında yaşanan (ve sorumlusu sadece Sırplar olmayan) katliam ve etnik arındırma faaliyetlerinin kınanması, bunlara karşı mücadele edilmesi gerektiği tartışılmaz. Ama yıllar boyu bir dehşet öyküsü olarak anlatılan Srebrenica katliamında bile kaç kişi ölmüştür, biliyor musunuz? Altı bin. Aynı günlerde Ruanda’da ise, en muhafazakâr tahminle bir milyon insan hayatını yitiriyordu. Emperyalist manipülasyonla mücadelenin gerekliliği pek az durumda bu kadar çıplak görünür.
Nihayet, neredeyse evrensel bir gerçeği Ruanda deneyimi bir kez daha gözler önüne sermiştir. Ruanda soykırımının ülkenin bütün Tutsi nüfusunu ortadan kaldırmasını engelleyen, ne BM olmuştur, ne Batı’nın insancıllığı. Mücadele olmuştur. FPR Temmuz ayında Kigali’ye girerek rejimi devirdiği için sona ermiştir soykırım. Ezilenler ancak kendi güçlerine güvenerek mücadele ettiklerinde bu barbar sistemin korkunç sonuçlarını ortadan kaldırabileceklerdir.
Özeleştiri
Bu yazı, Türkiye insanına on yıl önce Ruanda’da yaşanan barbarlığı ve emperyalist Batı’nın bu barbarlıktaki suç ortaklığını hatırlatmak için yazıldı, Avrupa Birliği emperyalizminin barışçıl maskesini çekip almak, ardındaki zalim yüzü göstermek için yazıldı. Ruanda’yı unutma!
Ama bu yazı aynı zamanda bir özeleştiri olarak yazıldı. Siz 1994’te ne yapıyordunuz bilmiyorum. Bu satırların yazarı, bugün olduğu gibi on yıl önce de emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadele için çaba gösteriyordu. Ama 1994’te yaşanan o kâbus dolu günlerde, Ruanda’da her gün on binlerle hayatını yitiren Ruandalı erkek ve kız kardeşleri için hiçbir şey yapmadı, yapamadı.[9]
Bu yazı aynı zamanda onlardan özür dilemek için yazıldı.
[1] Aktaran Le Figaro, 12 Ocak 1998.
[2] Ruanda soykırımı üzerine özellikle Fransızca konuşulan Avrupa ülkelerinde (Fransa ve Ruanda’daki eski sömürgeci güç Belçika) anti-emperyalist araştırmacı ve gazetecilerce yapılmış çok önemli çalışmalar mevcut. Bu kitaplardan bazılarını (başlıkları anlamlı olduğu için Türkçeye çevirerek) kısaca sıralayalım: Colette Braeckman, Rwanda, Histoire d’un génocide (Ruanda Bir Soykırımın Tarihi), 1994; Pascal Knop, Le génocide franco-africain Fransız-Afrika Soykırımı), 1994; François-Xavier Verschave, Complicité de génocide (Soykırımda Suç Ortaklığı). 1995; Jean-Paul Gouteux, Un génocide secret dEtat (Devlet Sırrı Bir Soykırım), 1995; M, Mas, Paris-Kigali, 1996; ldris Ba, Un génocide français (Bir Fransız Soykırımı), 1997; Maurice Sitbon, Un génocide sur la conscience (Vicdanda Taşınan Bir Soykırım) 2000; Jean-Paul Gouteux, Un génocide sans importance. La Françafrique au Rwanda (Önemsiz bir Soykırım. Fransafrika Ruanda’da), 2001; Metinde sözü edilen iki uluslararası kurum-kuruluş Türkiye’de iyi tanınan Human Rights Watch (İnsan Hakları İzleme Komitesi) ve Afrika Birliği Örgütü’dür. Bunlardan ilki 1999’da 1000 sayfaya yakın bir rapor yayınlamış ve Fransa başta olmak üzere uluslararası topluma çok ciddi eleştiriler yapmış, ikincisi ise 2000’de yayınladığı raporunda Fransa’nn sorumluluğuna açık açık değinmiştir Bizim bütün bu kaynakları ayrıntısıyla inceleme fırsatımız olmadı. Yukarıdaki kitapları, ikisi hariç, sadece gözden geçirebildik. Yazıda aktarılan olguların kaynağı esas olarak İdris Ba’nın çalışması ile Jean-Paul Gouteux’nün son kitabı. Bunun yanı sıra uluslararası basında soykırımın onuncu yıldönümü dolayısıyla yayınlanan yorum ve görüşmeler de kaynaklarımız arasında.
[3] Oysa sömürgecilik öncesinde Hutu ve Tutsi etnileri arasında yüzlerce yıl boyunca hiçbir çatışma olmamış olduğu tarihçilerce saptanıyor. Bkz Jean-Pierre Chrétien, L’Afrique des Grands Lacs. 2000 ans d’histoine, Aubier, 2000. Aktaran J.-P. Gouteux, Un génocide sans importance, a.g.y,, 52n.
[4] Örneğin bkz François-Xavier Verschave, Françafrique. Le plus long scandale de lo république, Stock. 1998.
[5] ABD ve Fransa arasında Afrika’da süregelen "casus savaşları" için bkz. Wayne Madsen, Genocide and Covert Operations in Africa 1993-1999.The Edwin Mellen Press, 1999.
[6] İşin daha da yüz kızartıcı yanı, Jospin hükümetinin ardındaki çoğunluğun içinde Fransız Komünist Partisi’nin ve Yeşillerin de bulunmasıdır. (Bu ittifakın "çoğul sol” olarak anıldığı hatırlardadır.) Yani Fransız emperyalizminin bu büyük suçunun üstünün kapatılmasında bu partilerin de sorumluluğu vardır.
[7] Üstelik bu, tarihte ilk kez olmuyor. ABD kendisi formel bir sömürge imparatorluğuna sahip olmadığı için, II. Dünya Savaşı sonrasında sömürgecilik karşıtı hareketlere Britanya, Fransa, Belçika ve Hollanda gibi Avrupa “uygarlığı”nın seçme temsilcilerinden farklı olarak kısmi bir sempati bile duymuştur. 1956 yılında Britanya ve Fransa, Nasır’ın Süveyş Kanalı’nı millîleştirmesi karşısında Mısır’a boğalar gibi askeri saldırı düzenlediğinde, ABD onlara destek olmamış, konunun barışçı bir mecraya girmesi için caba göstermiştir. Kısacası, kötülüğü dünya âlemin ortak bilgisi haline gelen ABD’nin bile her durumda AB’den daha kötü davrandığını söylemek ancak tarihî olgular karşısında son derece seçmeci bir tavır takınarak mümkün olur.
[8] Bir örnek olarak Avrasya Savaşları (Belge Yayınları. İstanbul. 2002) başlıklı kitabımızın üçüncü bölümüne bakılabilir.
[9] Soykırımdan iki yıl sonra bir kitaba yazdığımız önsözde Ruanda’yı emperyalizmin Afrika’da yol açtığı yaraların bir örneği olarak vermekten başka, bugüne kadar bu konuda başka hiçbir şey yazmamıştık. (Önsöz için bkz. Neşecan Balkan, Kapitalizmin Borç Krizi, Bağlam Yayınları, İstanbul 1996.)